23 Aralık 2012 Pazar

Mal

Samuel Johnson'  'Enayiler bir yana herkes para için yazar,' diyor. Çok ışıklandırıcı bir çıkarım. Johnson İngiliz dilinin en öncü sözlükçülerindendir, üniversitede okuduğumuz metinleri de bu yöndeydi ve tabi ki Shakespeare uzmanlığı birinci sınıftı...
Johnson sözlükçü olunca yukardaki cümlesinde  para dışında yazanlara atfettiği enayi yakıştırmasını incelemek boynumuzun borcu oluyor.
S.Johnson
Enayi kelimesinin karşılığı olarak TDK'da şu bilgi veriliyor; sıfat. argo'da- Fazla bön, avanak, et kafalı, budala...Hatta bir de Atilla İlhan'dan örnek cümle var ''İyice buldum kafayı, sen daha bulmadıysan enayisin.' 
Görüldüğü kadarıyla enayi kimse alınan bir zevk karşısında kayıtsız kalan bir yapıya sahip, hatta kolaylıkla aldatılabiliyor. Diğerleri nerdeyse malı götürürken enayi kimse bir miktar bönlük yapıyor bir av köpeği gibi atlayamıyor avının üzerine, ya da A.İlhan'ın örnek cümlesinde olduğu gibi keyfin dibine vurmak varken bir köşede öylece bakıyor enayi kişi.
Kurnazlığa kuşkusuz aklı ermiyor enayinin. Johnson 'ın enayisi zaten kendini soyutlamış bir özne, aksi takdirde para kadar somut bir şeyin içersinde yer almaya çalışırdı yani daha somut olmayı becerebilirdi bir şekilde. Ama olmamış işte... O halde geriye yazma işiyle meşgul ,bir anlamda görece saygınlığa sahip bir işten enayi yakıştırmasına doğru gittikçe düşen, aşağılanan bir profille karşı karşıyayız... 
En çok TDK'nın enayi tanımlamasında kullandığı et kafa ifadesi beni üzdü açıkçası. Hiç kimseye et kafa demek istemem ben, mesela et kafa olmak için bir miktar şizoid olmak gerekiyor. Yani beyin olmayacak kafanın içersinde. Fakat şizoidler bir takım hareketleri yapmadan duramazlar. Belki Johnson bu manada şizoidler bir yana herkes para için yazar deseydi o zaman biz de et kafa tanımlamasını bir kenara bırakır en azından afilli bir psikiyatrik terimle uğraşırdık.
Ama Johnson yetkin bir kelimebilimciydi , o enayi diyorsa hakikaten o kişi avanaktır... Biz yine de enayi üzerinden ilerleyelim. Bu kelimenin İngilizce karşılıklarından biri de 'dupe'. Yani, gafil...  Gafillik pekala parasal bir mevzunun içine dalamamamak onu istememekle ilişkilendirilebilir. Gaflet ve delalet diyor ya atalarımız, paraya sırt çevirerek yazan bir kişi de gaflet ve delalet içinde olmalı.
İngilizce dupe kelimesinin karşılığı o zaman biraz daha belirginleşiyor, sonuç olarak biz kendi minik sözlüğümüzde dupe'a sadece gafil dememeli ona mal karşılığını da vermeliyiz. Tabi  argoda belirtecini kullanarak.
O halde Johnson'ın bu cümlesini tekrar yazalım....
'Mallar bir yana herkes para için yazar.'

*****

Askerde mal kelimesi çok sık kullanılırdı benim dönemimde (90'ların başı) Asker argosu dönem dönem değişse de -bence her beş yılda bir jenital betimlemelerde çığır açılıyor - Mal mısın oğlum?' lafı nerdeyse üç kelimenin arasına konan malum küfür kadar olmasa da kullanım frekansı yüksek bir argo soruydu.
Mesela bir hata yapardınız, en masum , en insani bir yerde yenilirdiniz kendinize, eliniz giderdi bir şeyi tekrar ederdiniz ....Olur ya öylesine bir hata...
Sonra soru gelirdi hemen 'Mal mısın oğlum sen?'

13 Aralık 2012 Perşembe

Benden Paso

Sinemayı hiç sevemedim...
Çok nadir sayıda filmin sanatsal değeri olduğunu düşünüyorum. Belki  Fransız Yeni Dalgası ya da İtalyan Neo Realizmine  ait bir kaç film. Criterion'dan çıkan bu filmlere sahibim.
Hiçbiri 1965 yılını geçmez.
Hadi biraz daha ileri gideyim, bu görsel sanatta son 30 yıl çöl gibi geçmiştir.
Ama kötü bir seyirci olarak bir iki yönetmene saygım sonsuz.
Aşağıda Pasolini'nin konuk edildiği kısa bir söyleşi var...
Koyu Marksist olan Pasolini'ye neden sürekli İncil'e göndermelerle dolu filmler yaptığını soruyorlar...İlginç.
http://www.criterion.com/current/posts/2555-pasolini-speaks

7 Aralık 2012 Cuma

ODA...



Otel odaları çoğumuz için geçici delikler gibidir. İçinde bir süreliğine, belki de sadece bir iki gece geçirdiğimiz küçük kutucuklardır. İşin garip tarafı otel odalarından geriye çok az anı kalır ama genelde temiz olup olmadığını ya da otel servisinin iyi çalışıp çalışmadığını hatırlarız. Oysa otel odalarının manzarasını, pencereden bakıldığında şehrin nerelerine uzanan bir konumu olduğunu, mobilyaları yazı masası bile olamayacak küçük etajerin üzerindeki not defterini, otele ait kalemi, bir iki adımda girdiğimiz banyonun ilaç kokan beyaz mahremiyetini bunları hatırlamayız. Belki de ne kadar içinde kalınırsa kalınsın bir yabancılık hissini üstümüze çekip uyuduğumuz mekanlar olduklarından kapısı da geriye bakmaksızın çekip çıkılabilecek geçici uğrak yerleridir otel odaları.
Farklıdır bir çoğu , yabancı ülkelerde mobilyalar değişir, İstanbul'da yataklar nedense dardır, Anadolu da yastıklar sert... Bir balkonu vardır ve masası, üzerinde kül tablası, yangın merdiveni o kadar paslıdır ki yangında bile adımınızı atmazsınız...
Bunlar gözlemlerin başlangıcı gibi duruyor ama bir de otel odalarına serüven girerese durum tamamen değişir. Çünkü serüven kurgu demektir. Başımdan bir macera geçti deyip bir arkadaşınıza anlattığınızda beğenebilir ya da çok yavan bulup bu da ne ki diyebilir. Çünkü yaşadığınız olayı serüven nitelemesi veren siz olursunuz ama ilginçliğini değerlendirmek dinleyiciye kalmıştır. Olsun beğenmesinler ya da beğenip ağzı açık bir şekilde sizi dinlesinler, bir olaya macera diyebiliyorsanız bitmiştir! Şimdi bir de bohem mekan lazım bu kendinden menkul olayınıza...
İşte içinden serüven treni geçen otel odaları bambaşka olur. Kendi gezinizi küçük bir serüven olarak görebiliyorsanız eğer bütün kaldığınız otel odaları da bir o kadar ilginç ve anı bırakıcı gelecektir ...
örtüler, döşeme, banyo karoları, klozet,  birinin yatağın altına düşürüp unuttuğu kurşun kalem, aynanın önünde soyunmak, koridorda esen rüzgar, yan odadan gelen, ince duvarları aşan inleme...

27 Kasım 2012 Salı

Brecht...

Daha önceki bir yazımda film ve dizilerimizdeki kostüm sorunundan bahsetmiş yepyeni dikimli elbiselerle tarihi filmlerde oynatılan oyuncularla gerçeklik duygusunun bir türlü yakalanamayacağından bahsetmiştim.
Geçenlerde Roland Barthes'ın Çin Yolculuğu Defterleri'ni okurken Barthes'ın aynı şeyden şikayet ettiğine tanık oldum. Yazar Çin'e yaptığı yolculuktan arta kalan notlarıyla oluşturduğu kitabında komünist Çin'in sanatsal faaliyetlerini de izliyor. Bir propoganda aracı olarak tiyatro öncelikli bir yere sahip.
Bu tür bir oyunu seyrederken Barthes şöyle bir  yorum yapıyor;
''Giysileri çok fazla temiz, özellikle, isteyerek böyle yapılmış; hiçbir şey aşınmış, canlı, gerçek değil. Brecht havasında değil.' 
Belki de bir tür yenilik ve parlaklık hissini vermek ne olursa olsun hoş geliyor. Kostümün güzelliğini yeniliğinde görmek naifliği onun eskiliğinde gündelik kullanımdaki gücünü görmeyi engelliyor.

17 Kasım 2012 Cumartesi

TüY...

Sadece yayınevleri vardır...Ya da yayıncılar diyelim...Başka da hiçbir şey yoktur..

11 Kasım 2012 Pazar

Bu ikindi...


&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
Burroughs’un metinlerinde bir bütünlük aranmamalı... Genel olarak halüsinasyonlar Beat Kuşağı yazarlarının çoğunda belirgin olarak hissedilir ama Burroughs hem kullandığı uyuşturucular hem de marjinal yaşam tarzı açısından bir bütünlükten çoğu zaman koptuğu için okuyucu da böyle bir şeyin izini sürmez...
Benim Eğitimim- Bir rüyalar kitabın’nda anlatım uzamsız, zamansız, organsız bir beden gibi akıp gider... Yazar uykuda gördüğü her şeyi adeta kusar...Tıpkı Deleuze’ün köksap kavramında öngördüğü gibi sadece özneye sabitlenebilir başka da hiç bir bütünlüğü yoktur yazdıklarının. Kitap, alelacele alınmış notlardan oluşan bir sürü kağıt parçası ve daktiloya tek elle yazdığı kartlardan oluşan bir yığının basılı halidir. Hepsi bu...
Bedeni Burroughs’un rüyalarında kısa varoluşlarla sahneye çıkar. Yazarın gerçek dünyada yaşadıklarını biraz ayrıntılı bilebilseydik belki kısa anlatılarla bize sunulan bu rüyaları bir analize tabi tutabilirdik ama bundan yoksunuz. Sonuç olarak sadece bir rüya seline tanıklık edebiliriz. Hepsi de alacakaranlıkta geçer, sahneler sürekli değişir.
Rüyada diyor Burroghs iki ya da daha çok hikayenin aynı zamanda gerçekleşmesi sık sık olur, fakat insanlar ardışık bir yapı dayatmak eğilimindedir ve bu yüzden biri diğerini takip eder. Eğer gördüğü rüyalarda aynı anda geçen ikili üçlü göndermeleri yazıya dökseydi herhalde bu okunmaz olurdu, sanki bunu yapamadığı için biraz hayal kırıklığı yaşıyor Burroughs. Yine de bu yoğunlukta bir rüyalar bütünü nasıl hatırlanır diye şaşırmıyor değil insan, belki de bazılarımız sırf rüyalarını hatırlamak için yaşıyor.
Yine bir uçak kazası rüyası gördüm diye yazıyor marjinal yazarımız.
Açıkçası bunu bir zamanlar ben de çok sık görürdüm. Uçağın içinde olmazdım, genelde uçak şehrin üzerine düşerdi ve hep bu düşüşler gece olurdu. Havai fişeğini andıran patlamalar arasında kaçardım. Bir de gök taşı dünyaya çarpardı...Bu aralar pek sık görmüyorum ama kesinlikle geri dönecek bu sahne ,eminim...Çünkü bazı rüyaların bizi hiç bırakmadığına inanıyorum,  rüya mahkumluğu denen bir şey var...
Sürreal olan herşey rüyalarla düşlerin birleşiminden oluşuyor. Burroughs çoğu yerde sürreal şiir örneklerini düz metinlerin arasından yeşertiyor;
Dün geceki rüya o zarfın ufku. Eroin boş Nisana baktı. Niçin üzgünsün? Bir kedi takvimine çabucak bir göz atış...Boş ikindi.’
Ama ben en çok şu kısacık cümleyi beğendim ; Aynaya bakıyordum. İki tane yüz, sonra bunları birleştirdim ve kendimi güçlü hissediyorum.’
Rüyalarda aslında benliğimizi birleştiriyoruz gerçek dünyadaki yüzümüz  bize ait yüzde yüz bir şey değil ve uykudayken her şey en vahşi şekliyle bütünleşiveriyor, günahlarla dolu oluyor bu bulanık dünya ama bir o kadar da dürüst...

3 Kasım 2012 Cumartesi

GÖLGELERE AİTTİR...


\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\
a.
Bir Macbook air ile yazmak başka bir şeyle yazmaya benzemiyor... Bir çok bilgisayar kullandım ama klavyenin bu kadar rahat olduğu ,bu kadar ince ve taşınabilir bir aletle çalışmamıştım. Bilgisayarın maliyeti de ona göre kuşkusuz ama şimdilik kafaya takmıyorum, iki ay sonra başlıyor taksitler ve oldukça uygun bir fiyata aldım.
Bir Mac bilgisayarın fontlarını diğerlerinden farklı yapan o koyu dolgunluğu mesela pc’de durum biraz daha zayıf kalıyor.
Ekran parlaklığının ortama göre ayarlanması bazen yazdığınız metnin aydınlanmasına bazen hafiften loşlaşmasına neden oluyor...
Tıpkı bir mum ışığı gibi , ama hele bir durun! Mum derseniz iki dakikanınızı alırım...
b.
‘’Nesne bir AYNADIR. Hem de ölümcül cinsten bir aynadır çünkü özneyi neredeyse saydamlaştırarak yansıtmaktadır.’’ Çaresiz Stratejiler, J.Baudrillard
Evet! Beni  yansıtıyor bazı alışverişlerim. Hepsi değil ama!...Azmanlaşmış lüksler beni yansıtamaz, olsa olsa içsel bir çöküntünün izlerini taşır pahalı alışverişler. Ama şimdilerde şöyle bir slogan da üretilmiş, mesela evladiyelik bilgisayar...Son Toshiba’m yedinci yıla girecekti...Hala baş ucumda duruyor ne çok şaplakladım metin yazarken, tuşlar hala taş gibi ve biraz daha klavyede zırvalamak istemez misin  diye bana sırıtarak  bakıyor... O kadar da değil! Yedi yıl  süren evlilik yok neden bir aletle bu kadar zaman geçireyim zira şöyle de bir şey var;
‘’NESNE, özgün bir töz ya da anlama sahip olmadığı için özneyi büyülemeyi ve ayartmayı becerebilmiştir.’’ Çaresiz Stratejiler, J.Baudrillard
Evet ayartıldım!
İşin aslına bakarsanız ayartma işini nesne yaparken ayartılmanın bir yaşam ilerlemesi ve diyalektik bir geçiş eylemi olarak algılanması gerekiyor. Evet ayartıldım, zira nesne özgün bir töze sahip değildi (Bütün laptoplar ve PC’ler için konuşuyorum). Tam bir yazı makinesi olmaktan uzaktı ,bilgi depolayabiliyordu resim çekip video oynatabiliyordu bu da onu kaypak ve kişiliksiz yapıyordu ama diğer taraftan kendimi yazının ortamına tam olarak adayabileceğim bir platform da sağlayabiliyordu...Diğer bilgisayarlar gibi her tarafından dikkat dağıtıcı bir takım uygulamalar fırlamıyor, yoğunlaşmayı kesintiye uğratmıyordu.
Bırakın çocuk biraz mazeret üretsin! Keyiflere bin bir türlü mazeret basamağını adımlayarak çıkmıyor muyuz?
Bu noktada kaypaklığın içinden beliren bambaşka bir kişilikle karşı karşıyayız hepimiz. Bilgisayarın ultra tözsüzlüğü ,ultra şizoidliği, kaypaklığı,  fahişemsi hazırbulunurluğu , daha açıkçası o belirgin kötücül oyuncaklığı, bir çeşit tekno-dildo yapısı...
İtaat ister bilgisayar...Bir ağır abinin lafını bitirmesini uzun süre sıkılarak bekler gibi bilgisayarın operasyon yapmasını beklersiniz...
 Ya Labirentlerinde saklanan irinler!..
Uyuşturucu satan cildi türlü pazarlıklarda kararmış buruşuk bir Topkapı torbacısı...
Bilgisayarın karakteri budur...
Baudrillard’ın naif, dokunaklı Fransız evreni bile benim bu tanımlamamı bir karakter olarak kabul ederdi herhalde...
c.
Yazı araçları düşüncenizi etkiler diyor Nietzsche...Çok haklı bir çıkarım. Ama beni yazma deneyiminde en çok zevk aldığım ortama taşıyan kesinlikle bir MacBook Air değil...Daha başka anılar ve ortamlar çok farklı bir çıkarıma götürüyor...
Mum ışığı...
Karadeniz kıyılarındaki her hangi bir gençlik kampında , çadırda kaldığımız o zamanlarda , mum ışığında yazmak...Enfes...
Ya da İstanbul’da 80 başlarındaki elektrik kesintilerinde gaz lambasında yazılan ödevler komposizyonlar...Savaşsız ortamın zorunlu karartma geceleri...
Sarı ışık altında yazılan her şey...Bir mum ya da gaz yağı lambası sizi, kağıdı ve masayı en  doğal haliyle aydınlatır. Yazı ortamının haricindeki her şey gölgelere aittir ve bu aydınlatma öyle doğal bir küre yaratır ki kalem, kağıt spot ışığı altında sahneye çıkar.
Dış dünya parlamalardan uzak imgesel halelerle yanı başınızda salınır, metne gireceği zamanı sabırla bekler...

d.
Büyük ihtimalle Mac kullanan nesiller hatta belki de Steve Jobs bile mum ışığında yazmayı ancak filmlerde görmüşlerdi... Oysa çocukluğunu ve ilk gençliğini köşede kalmış darbeli bir ülkede geçiren herkes filmin dışında değil, tam da içindedir...

26 Ekim 2012 Cuma

OLmi

1.
Yazmak sınırsızca yapılan bir şey olmamalı galiba. Bir gazetede köşe yazarlarına kısıtlama gelmiş bilgisayarda ancak 3500 vuruş yazabileceklermiş. Bu sayıdan daha fazlası kabul edilmiyormuş. İlk başta yazıyı kısıtlamak bir miktar sansür ve düşüncenin susturulması gibi geliyor ama tabi eğer gerçekten yazıda bir düşünce varsa. Köşe yazarlarımızın bir çoğunun bilgi ifradı içinde oladuklarını iyi bir okuyucu hemen anlar. Nedense o kadar çok bilindik şeyler yazılarda yer alıyor ki gerçek düşünce , orijinal fikir bu klişe bilgi verme yığını içersinde cılız kalıyor. Aslında karşılıklı iletişimimizde de can sıkıcı malümatfüruşluklar muhabbetlerimizin arasına giriyor. Şahsen yaşım ilerledikçe çevremdeki böyle monolog bilgi makineleri karşısında canım sıkılıyor. Eskiden bilgili insana saygı gösterirdim şimdi arka planda düşünce yoksa bulantı geliyor, migrenim tetikleniyor. Gereksiz bilgi gösterileriyle bir insanı esir almak entellektüel tacizdir bence. Herkes birbirine bilgilerini sıralamayı iletişim zannediyor. Ama yazıda bu durum bir köşe yazarını resmen balon yazara çevirir. O halde yazı yazarken 3500 vuruşu geçmemek yani açık seçik bir şekilde yazı yazmak bence mantıklı.
Bu gazetemizin tavrını olumlu karşılayabiliriz.
Bir de işin başka bir yönü var, gereğinden kısa ve üçüncü sınıf manzumeleri andıran köşe yazıları ve bunları yazan köşe yazarları. Bazen tamamen estetikten koparak 70 li yıllardaki silik telgraf mesajlarını andıran ilkel bir dile dönüyorlar ve çok güçlü ironiler yaptıklarını zannediyorlar. Yazının dehaları olduklarından stillerinden pek eminler. Hoş bir takım miyop teyzeler de bu köşe yazarlarımızı destekledikleri için bir türlü silinip gitmiyorlar piyasadan
Neyse ey okuyucu aklını kullan ne obez yazara ne de anoreksik kalemciye prim ver! Peh peeehhh!!

2.
Bu ara sabah 7.40 gibi kalkıp balkona çıkıyorum ve o saaatin, yani 7.40'ın insanlarına rastlıyorum. O dakikalar günün en saf anları. İstanbul'un en tipik iki şeyi ortada yoktur mesela, birincisi mazot kokusu ikincisi metal kesme sesi. Metal kesme sesi hakkında bir uzun yazı yazacağım bir gün. Neden her zaman İstanbul'da herhangi bir semtte metal kesme sesi eksik olmaz onun nedenini araştırıp bulacağım. Biz Türkler neden metal kesme sesine bu kadar mahkumuz anlatacağım...
Şimdi bu 7.40 insanlarına dönecek olursak bunlar başları önlerinde kimi daha tam olarak uyanmadan alarmlı saatlerinin sokağa fırlattığı melankolik insanlardır. Kadın olanları uzun pazen giyer erkek olanları bir miktar kırsal ceket, bol pantalon. Sonra günlük gazetelerle ,ekmeklerle çıktıkları apartmanlara geri dönerler.
Onlar bizim kapıcılarımız... 7.40 insanları olarak var olurlar, en azından bizim mahallede. Esasen tam olarak uyanmadıkları için ve en önemlisi matbu bir yığını ve ekmeği taşıdıklarından bence işe giden burjuvalardan daha organik görünürler...Hiç bir kapıcı sabah 7.40'daki kadar medeni ve yaşamı özetleyici görünemez...
Bir de 6.40 insanları var onlar alacakaranlığın efendileridir ve hoy babam sert adamlardır güneşten akbil oyarlar...
Ben 8.10 insanıyım, orta sınıf metrobüsçü, dolayısıyla şehirdeki kimsenin suratı henüz ortada yoktur. Dilde yoktur 8.10'da.Söğütlüçeşme İstasyonu resmen ter gibi insan atıyor o dakikalarda...

3.
Ermanno Olmi'nin I Fidanzati adında bir filmi vardır. 1963 yapımı...

14 Ekim 2012 Pazar

Yöntem


Gecenin Sonuna Yolculuk  (YKY-yayınları) eşsiz bir romandır .  Yazarı da romanındaki kahramanı Bardamu gibi yaşamının ikinci yarısında fırtınalar içinde sürüklendi. Lous-Ferdinand Celine İkinci Dünya Savaşında yanlış tarafta yakalanınca sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldı ve ülkesine ihanetle suçlandı. Şu an Türkçeye tek kitabının çevrilmiş olması çok yazık…

Frederic Vitoux bu garip yazarın oldukça başarılı bir biyografisini yazdı. Yıllardır defalarca okur dururum… Biyografi okumanın zevki bazen bambaşka oluyor belki de hepimizin içinde bir miktar özel hayatı dışardan gizlice gözlemleme –hadi buna voyörlük diyelim- marjinalliği var. Adeta kapının anahtar deliğinden bakmak misali…

Bu biyografide Vitoux bir yerde Celine’in hayranlarından bahsederken ilginç bir tanımlama kullanıyor. Okurları Celine’i garip bir hayvanı takip eder gibi izliyorlarmış. Onunla tanışmak ya da sohbet etmek, bu garip hayvanın dünyasına girmek ayrıcalıklı bir şeymiş onlar için…

İngilizcede bir tabir vardır obscure writer…Tamamen sislerin ardından yazan kişi bilinmedik belli belirsiz, varla yok arasında gidip gelen metin yaratıcısı…

Yazarın garip ve toplumdan kaçan bir hayvan olması biz okurların çok özlediği bir şey.  Okuduğum yazarın arzı endam etmek için her fırsatı değerlendirmesi karşısında ben irkilirim, elimdeki metin güçsüz mü acaba diye kaygılanırım. Yazarlarımız arasında garip hayvanlar gibi takip edilen ama onların da vahşi kediler gibi kucağa oturmayan cinsten olanlarına rastlasak  ne hoş olur…

Bir de yazarla buluşma toplantıları vardır değil mi?  Herkes kitabı okuyarak gelir. Bir kitabı öldüresiye tüketmenin (yazarla birlikte) bundan daha iyi bir yöntemi yoktur…

 

6 Ekim 2012 Cumartesi

Büyük ihtimalle...


Türk sineması bunu bir türlü öğrenemedi… Savaşa giden askerin elbisesi biraz eskir ve Fatih’in askerleri tek tip ve aynı renk pelerinler giymezdi. Osmanlı ordusu kıyafet açısından en serbest ordulardan biriydi. Çanakkale savaşına katılan askerlerin üniformaları ütülü değildi…1920 lerde bir çok kişinin kıyafeti bir miktar eskiydi herkes moda evinden çıkmış gibi giyinemiyordu. Kabadayılar hafiften kirli sakallı ceketler bir miktar yamalıydı, büyük ihtimalle bayanlar bu kadar  ruj da sürmüyorlardı…

Eğer sinematografinin bir sanat olduğunu düşünecek olursak kostüm ve tarihi gerçekliğin vazgeçilmez olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ve en önemli şeylerden biri de ışık… Nostaljik ya da Retro yapımların hepsinde günümüz ayarında ışık kullanılıyor, sadece kostümler dönemi yansıtıyor biraz da mekân… Işıklandırma üzerinde fazla düşünülmeyen bir şey… İnsanda eskiye dönük algıya neden olan şey ışığın bütün o siyah beyazlığı yada sepya tonundaki koyulaşmasıdır. Fazla aydınlık cıvıl cıvıl ışık hiçbir zaman geçmiş duygusu uyandırmaz. Kuşkusuz sahneyi tamamen bu tonlarda çekmemeli ama gölgelemenin uygun şekilde kullanılması gerekiyor yoksa her şey suni bir ışık altında sırıtıyor. Ama doğru genç aktristimizin vücudunu ve büyük ihtimalle yapılı burnunu görmemiz gerekiyor…

 

1 Ekim 2012 Pazartesi

zamAn TüneLi


Bu bilgisayarlarda garip bir şey var, eğer yanlış giden bir durum olursa  bilgisayarı geçmişteki bir noktaya geri döndürebiliyorsunuz. Geçmişteki sağlıklı bir noktadan tekrar başlıyorsunuz ve sorun ortada görünmüyor. Bilimkurgu gibi bir şey… İnsanoğlunun hep isteyipte yapamadığı hatayı geri döndürmeye yönelik  o isteğe küçükte olsa bir gönderme… En  tuhaf olan şey ise geçmişe dönmek istediğinizde bilgisayarın size en uygun zamanı söylemesi. Yani düşünün ki yaşlandınız, eskisi gibi gitmiyor, ne vücut ne de akli durum, ve şöyle bir geriye gideyim diyorsunuz ve o ilahi güç diyor ki göndereyim seni 18 yaşına, ya da okulu bitirdiğin o en dinamik haline…22 yaş nasıl, olmadı 23?

Jean Gennette’in edebi kurguyla özellikle Proust’un Kayıp Zamanın peşinde’sini irdelerken belirttiği gibi zamanla oynanan bir oyun bu…Bilgisayarla girdiğiniz ilişkide problem çıktığında ufak bir zaman tüneli numarası sorunu çözüyor, filmi en sevdiğiniz andan başlatıyor sistem.

Bu noktada kafa karıştırıcı olan-en azından benim için yoksa diğer kullanıcıların böyle bir kaygısı yoktur herhalde- bilgisayarda yaşadığımız sorunun neden kaynaklandığını ve ona neyin neden olduğunu pek öğrenemememiz… ve hikayesizlik…

Yani problem anısız ve kişiliksiz bir şekilde yok oluyor.

Bir sorunun kimliksiz bir şekilde çekip gitmesi ürkütücü.

Geride bir hikaye bırakmıyor ve hiçbir ilişki tarihi yaşayamıyoruz. Yani en basit örneklemeyle eskiden alıp bilgisayarı tamirciye götürürdük ya da bu işleri daha iyi bilen bir arkadaşı çağırır yardım alırdık… Ve sistem geri geldiğinde kendini toparlayan bilgisayar hayata dönerdi ,tıpkı eski bir arkadaşın uzun bir hastalığı atlatması gibi tekrar yaşamımızdaki parça yerine otururdu.

Ama şimdi böyle bir öykümüz  yok . Anlatıyı kesintiye uğratmak ve sorunu çözmek ne kadar kolay ve benliği hadım edici bir şey halini almış. Teknolojinin tüm kendini geliştirdiği noktalarda sorun giderilmekle kalınmıyor aynı zamanda sorunun genetiğiyle de oynanıyor…

Bütün büyük anlatılar zamana saygı göstererek onunla zarif bir oyuna girerek büyüklüklerini kanıtladılar. Zamansal deneyimlerimizin her birinde birer şiir yada şair bakışı vardır diyor ya Ricoeur, aynen öyle hissetmek istiyor insan…

 Bence sorunun bıçak gibi kesilip atılarak giderilmesini istememeliyiz sadece bir deneyim yaşamak istemeli insan…

Tüm istediğimiz bu olsun, anlatılar çoğalsın çözümler değil J

23 Eylül 2012 Pazar

JÜRİ



Yeryüzünde ideallerin nasıl üretildiğinin gizine kim bir göz atmak ister?’ Nietszche, Ahlakın Soykütüğü Üzerine

 
 
Yarışmaların en iyisi hangi sonuca varır? Bir keresinde meraklı birkaç arkadaş bir öykü yarışmasına eser  göndermiştik ve merakla beklemeye koyulmuştuk. Zaman akmıyordu ve birbirimizin öykülerini okuyup yarışmada ne şansının olabileceğini bilmeye çalışıyorduk. Kimse kimsenin öyküsünü beğenmiyordu… Şüphesiz birbirimize açıkça bunu söylemiyorduk hatta okuduğumuz öykünün güzel olduğunu  ödül bile alabileceğini söylüyorduk utanmadan ama içimizde bu ne berbat şey hiç şansı yok diyorduk. Böyle bir ikiyüzlülükle bir birimizle olan arkadaşlığımızı,  edebi dostluğumuzu sürdürüyor katıldığımız yarışmadan gelecek zafer haberinin hayaliyle hafiften diğerlerine acıyorduk. Aradan sıyrılacaktım, ben öyle düşünüyordum, yanı başımdaki de öyle…Tüm iç dünyamızda bunlar olup biterken birbirimizle içkiler içip romantik serseriliklerle edebi dünyamıza malzeme toplama işini de beraber yapmaktaydık  Şimdi bakıyorum da istisnasız kötü öykülerdi yazdıklarımız,  ama önemli olan yarışmanın sonucuydu…

En nihayetinde  ürün gönderdiğimiz yarışma küçük bir edebiyat grubunun bir dergi etrafında düzenlediği adı pek duyulmamış bir şeydi …

Sonunda ödülü kazananların duyurulacağı tarihte sürpriz bir karar çıktı jüriden. Ödüle layık hiçbir eser bulunamamıştı.

Jüri gelen ürünleri değerlendirmiş elinin altında ne varsa okumuş hatta sağa sola bakıp etrafta ne varsa günlerini gecelerini harcayıp kağıt yığınlarını hallaç pamuğu gibi atmıştı. Didik didik etmişlerdi gönderilen eserleri, her bir dosyanın içeriği süzgeçten geçirilmiş anlam ve imla hatalarının altı rengarenk kalemlerle çizilmiş, bizim gibi değerli yazarların ne demek istediği üzerinde etraflı dumanlı alkollü tartışmalar yapılmıştı.

Ama yok! Fos çıkmıştık hepimiz… Ne idiğü belirsiz kurgular karakterlerle ipe sapa gelmez öyküler yarışmaya gönderilmiş ve jüri usandırıcı çalışma temposunun ardından edebiyatımızın umutsuz durumu karşısında depresif bir açıklama yapmış ve ödüle layık eser bulunamadığını söylerken hepimizin ağzının payını vermişti…

 

Bir edebiyat jürisinden çıkabilecek en iyi karar ödüle layık eser bulamamaktır belki , en azından ben şimdi  böyle düşünüyorum.

 

Okunacak hiçbir şey yoktu, üstelik okunmaya değer bir şey yazamayanlar her sene yarışmaya eser göndermeye devam edecekler gibi görünüyorlardı. Jüri bu tehlikeyi de sezmişti ve bir daha bu dergiden bir öykü yarışması haberi almadık.

Jüri ürkmüş olmalıydı...

 Jüriyi ciddi korkutmuş, yaptığı işten bezdirmiştik anlaşılan. Daha doğru dürüst okuyucu karşısına çıkmadan etrafa bedbinlik salan yeteneksiz yazarlar grubu olarak düzenlenecek bir yarışmaya sonsuz kereler eser göndermeye azimliydik. Çünkü diğer yarışmalarda mutlaka birilerine bir ödül veriliyordu. Hatta kitapları bile basılıyordu ardından. O sapsarı dosyalar , o poşet içindeki a4 kağıtları kitaba dönüşüyordu peki neden bu yarışmadan da böyle bir pay kapmayalımki diye düşünürken i Jüri sağlam bir kafa atmıştı bize.

Arkadaşa grubumuzdaki herkes içten içe bozulmuştu karara. Kişisel algılamıştık jürinin kararını. Ödüle layık eser bulamamakta nesiydi? Ödül parasını kitaplaştırma vaadini yerine getirmemek için bir kaçış yoluydu jürinin yaptığı. Üstelik edebiyat desteklenmeliydi…Yeni yeteneklerin- ki bu durumda kesinlikle bizdik- paçavra gibi bir kenara fırlatılıp atılması jürinin terbiyesizliğiydi…

 Nobel ödülü açıklamalarını aratmayan jüri kararında şöyle denilmişti ; Bu seneki ödüle layık bir eser bulunamamıştır: Gönderilen eserlerin bütünlükten yoksun olması dilden nasiplenmeyen kişilerce kaleme alınmış bir takım sayfa doldurmacalardan ibaret olması, içinde inanılmaz derecede çiçek böcek ifadelerinin olması, bir türlü atlatılamayan İstanbul saplantısı, eski daima güzeldir ahlaklıdır mantığı, anne teyze hala ve abla duygusallığının ülkemizin en büyük derdiymiş gibi sürekli tekrar edilmesi, her öyküde bir dul kadın alkolik bir erkek, bıktırıcı şekilde ruh gibi dolaşan bir karakterin olması, mutlaka bunalım geçiren bir kafkanın her daim her paragrafta belirmesi, öykü içinde öykü, anlatı içinde anlatıyla spagetti tarzı bir kafa ütülemenin etnik ve cinsel marjinallikle bezenmiş olarak  tekrar tekrar sunulması ,ikinci sınıf  dizi yazarlığından edebiyata geçme teşebbüsünde bulunma  vb. vb…vesaire vesaire .Bu nedenlerle ödüle layık eser bulunamamıştır.

Edebiyat işte bu gibi jüriler nedeniyle  ülkemizde yayılamıyor ilerleyemiyor.... Bir ödül yarışması olacak ve sen buna layık eser bulamayacaksın . En azından gençlere bir ödül verilebilirdi. En azından yazmaya yönlendirmek özendirmek için verilebilirdi bir ödül...Bir şiltte mi veremezdiniz?

Ödülsüz ne edebiyat olur ne de eğitim....

.....      ........

15 Eylül 2012 Cumartesi

kim kime?


Keith Jenkins’in Tarihi Yeniden Düşünme  isimli kitabını okurken bir anda sayfalarda dilbilimle ilgili konulara dalındığına şahit oluyorsunuz ki bizde hiç rastlanmayan bir şeydir… Tarih bizdeki kadar filolojiden kopmuş bir halde olamaz… Neyse bu konu için ayrı bir blog açıp yaz babam yaz yapmak gerek ama kim uğraşacak? Kim kime dum duma lafını çok severim… Kim kime dum duma bizi tanımlayan en iyi sosyo kültürel motto’dur bence... Neden uğraşayım böyle bir şeyle, sebep ne? J

Ama bir iki kelime etmeden geçemeyeceğim; mesela bizdeki bu tarih ve filoloji ayrılığının----Osmanlıca metni okumak için Osmanlıca bilmek gerektiği gibi  dar klişe tarih-dil yakınlaşması artık mideye sancı veriyor. Tarihe filolojik yaklaşım derken bunu kastetmiyorum şüphesiz. Osmanlıca bilmek teknik bir sorun, Osmanlı düşünsel sentaksını anlamak sırf bu bilgiyle imkansız---nedenleri üzerine düşündükçe belki şu özetleyici sonuca varılabilir; Tarihçi olmak için bizde tarihi çok sevmek gerekiyor. O kadar sevin ki sıka sıka öldürün onu. Metinsel mumyalamanın ardından hiçbir sızıntıya izin vermeden sadece tarih yapın. Diğer disiplinlerden  örneğin edebiyat ,felsefe, dilbilim yararlanın ama onları köleniz haline getirip somurup güdükleştirmek için…Salt ,ağır abi tarihçilerinin olduğu bir gelenek yaratın. Vesaire vesaire…

Şimdi bu yazımda anlatmak istediğim şeye geniş bir viraj aldıktan sonra geri döneyim; Keith Jenkins kitabında George Steiner’den alıntı yapıyor aynen şöyle;

Batı tarihinde sayısı çok az olan gerçek devrimlerden birini sözcük ile dünya arasındaki kopma oluşturur. Gül sözcüğünde ne kök, ne yaprak ne de diken vardır. Pembe, kırmızı ya da sarı da değildir. Koku da vermez. Kendi başına  [per se] tamamen keyfi, boş bir işarettir. Bu sözcüğün sesbilimsel öğelerinde, kökenbilim tarihinde ya da dilbilgisel işlevlerinde, beylik bir biçimde göndermede bulunduğuna inandığımız ya da tahayyül ettiğimiz nesneye karşılık gelecek hiçbir şey bulunmamaktadır.

Bu alıntının ardından Jenkins şunu ekliyor; Avrupalıların, yaklaşık iki yüz yıl önce hakikatin her zaman yaratıldığını, asla bulunmadığını anladıklarını söyleyen Amerikalı pragmatist Richard Rorty de bu kopmanın altını çizmektedir.

Yani sözcükler ile dünya arasında bir kayma vardır. Hakikat ve anlam bütün inkar edilemezliğiyle ortada olmasına rağmen hala bu şeyleri tasavvur edebilmemiz için onlarla bağlantısı olmayan sözcüklere ihtiyaç duyuyoruz.

Jenkins ilerleyen sayfalarda Tarihle ilgili çıkarımlarına devam ediyotr.Daha  sonraki yazılarda buna döneceğim.

Şimdi gerçekte bu yazıda anlatmak istediğim şeye geleyim J

Sözcüklerin anlamlar ve şeylerle olan rastlantısallıklarını belki de en iyi kullanan edebi tür  şiir. Kelimelerin hatta cümlelerin belli bir düzen içersinde olmadan buluşmalarında bile güzel bir yan olduğunu ancak şiir bize hissettirebiliyor.

Yanda görünen resim Raymond Queneau’nun Yüz bin Milyar  Şiir kitabına ait. Queneau’nun temelde yaptığı şey on tane soneyi her bir dizesini ayrı ayrı keserek okuyucuya sunması… Her bir dize diğer sonelerdeki dizelerle uyum içerisinde ve milyarları bulan bir kombinasyonla birleşebiliyor. Yaklaşık on üzeri on dört şiir oluşturabiliyor okur… Tabi bunun için 200.000.000 yıl gerekiyor eğer 24 saat okumaya devam etse bile…

Burada çarpıcı olan şey dilin aslında gelişigüzel bir kombinasyonda bile anlama karşılık gelebileceği. Şiir düzleminde kelimeler gerçek ortamlarından ayrılarak ilk orijinal hallerinden koparılsalar dahi diğer bileşenlerle kafiye yada içsel ses şartlarını yerine getirdiklerinde  uyum içersinde anlam oluşturmamıza ya da estetik tat almamıza neden olabiliyorlar.
 İddialı cümleler  anormal şartlarda kullanılmalarına rağmen bizi  büyülemeye devam ediyor.

 Tüm  İktidarlar bu gücü farkında .   Anlamları istenildiğinde çıkarıp başka yere takan bir dil aparatı sayesinde bıkkın benliklerimizi  akıntıda sürüklüyorlar… Herşey bir miktar estetik meselesi.

İşte bir şeyi güzel bulmanın getirdiği tehlike bu noktada başlıyor.

T.SArı