20 Haziran 2012 Çarşamba

Port Sudan

Olivier Rolin’in ödüllü romanı Port Sudan’ı ilk okuduğumda daha önce izlediğim bir çok filmin de aynı damardan beslendiğini düşündüm. İlk önce aklıma gelen Indien Nocturne adlı bir filmdi. Çok yıllar önce seyretmiştim ve şimdi tekrar peşine düşsem elime pek geçmez gibi geliyor. Alain Corneau’nun bu filmi ünlü İtalyan yazar Antonio Tabucci’nin bir eserinden uyarlama… Hindistan’da arkadaşını aramaya giden bir adam hakkında… Filmin bir çok sahnesi ıssızlık içeriyor ya da karakterlerin dinginliğini, gittikçe kaybolan otokontrollerini… Ama bu kayboluş daha çok duygusal dünyada belki de benliğin sağlam kalelerinde gerçekleşiyor. Bu yüzden aslında dış yüzeyde sadece bir tozlanma ana karakterde bir miktar melankoli beliriyor. Geriye bohem bir çözünme kalıyor ve biz buna Fransız sineması diyoruz. Ya da Fransız romanı… Kendine has bir organikleşme, tıpı bir havuzun temiz suyunun zaman içerisinde koyu yeşile dönmesi gibi…
Bu tür bir dönüşüm Jack Nicholson’un oynadığı The Passenger adlı filmde de vardır. Michalengelo Antonioni’nin bana kalırsa başyapıt eseri olan bu filmde Jack Nicholson aynı ıssız dönüşümü çok iyi perdeye yansıtır. Hatta her şeyi öyle ters yüz eder ki ölen arkadaşının kimliğine bürünerek bir yerde yok olur diğer bir yerde var olur. Oliver Rolin’in romanına coğrafi olarak da yakındır; olay örgüsü Afrika’da geçer. Terk edilesi hoteller, çölün bitmeyen fırtınaları, fakirlik ve daima öteki olarak var olmaya çalışmak. Filin sonundaki efsanevi kamera hareketi upuzun ağır ilerleyen epik bir metin yazar. Tıpkı bu filmde olduğu gibi Rolin’in romanı Port Sudan’da aynı ikili coğrafya eksenine eleştirel yaklaşır. Avrupa- Afrika, Doğu ve Batı… her ikili şey de daha önce favorimiz olan hiç bakmadığımız bir açıdan madara edilir sanki… Ama ben bu romanı ya da bu filmleri bunun için sevmedim, mesela Oliver Rolin’den şu alıntıyı keyifle okumak her türlü analizin önemini bir kenara itmemi sağladı, zira basit olan ve içtenlikle kabul edilen o garip şey edebiyattı yada sinemaydı ve yorumu fazla zorlamamak gerekiyordu.
Gemi enkazlarını hep sevdim, onlar benim beyhude uğraşlarımdı. Çatıların, siloların, vinçlerin önünde, havanın alev alev yandığı uzaklarda silikleşen Port Sudan radyosu kulelerinin önünde nöbet tutan enkazları elimden geldiğince sık görmeye giderdim. Bu sacdan şatoları doldurup boşaltan dalgalar; hırıltılar,ışıklar,gurultulardan ve boğuk darbelerin ahenk verdiği emme seslerinden oluşan tuhaf ve vahşi bir müzik yaratırdı…’

Tanju SARI

17 Haziran 2012 Pazar

Paralel Evrene KAçan NÖtronlar

Evrendeki Karanlık maddenin ne olduğu üzerine savlar öne sürülürken deneyler esnasında anlık kaybolan nötronların paralel bir ortama geçip karanlık maddeyi oluşturduğu düşünülmüştü. Gerçekten de gözlem esnasında kaybolan nötronların nereye gittikleri tam bir muamma… Paralel bir evren de dolaştıkları bile düşünülüyor. Her bir nötron kendi ikiz ayna nötronuna geçiş yapabiliyor, daha doğrusu paralel evrenlerde var olabiliyorlar. Manyetik çekime hassas davranan nötronlar deneylerde bu tür kaçışların izlerini bırakıyor. Hatta İtalya’da yapılan son bir deneyde nötron geçişlerinin birkaç saniye sürdüğü bile tespit edilmiş. Geçişler için gerekli ortamda yer yüzünün de aynı paralellikte 0.1 Gaus’luk manyetik çekim alanına sahip olması gerekiyor. Galakside Karanlık madde olarak akıp giden şey bu tür bir çekime neden olmakta. Hipoteze göre yeryüzü paralel maddeyi kendisine çekebilmesi için sıradan parçacıklarla ve aynı zamanda paralel evrendeki parçacıklarla etkileşime girmesi gerekmekte.
Atomaltı nötron parçacıklarının ışık hızını geçtiği şeklindeki inanışta son dönemde darbe almış durumda. 1979'da bu yolda yapılan çalışmalarla Nobel bile alınmıştı.
F.DURU

15 Haziran 2012 Cuma

SavRuluş

Saniyelerin koşarcasına geçtiği bir hayat saati gibidir roman kişilerinin tepesindeki sayfa sayıları. Hangi okur vardır ki, onlara bir kere bile olsun kaçamak ürküntüyle bakmamış olsun. Böyle diyor Benjamin TekYön de. Ben bazen sayfa sayılarına bakmayı gece yapılan otobüs yolculuklarında arada far ışığının aydınlattığı yol kenarındaki tabelalara bakmaya benzetiyorum. Gidilecek şehre yaklaşılmıştır. ŞEhir dağın ucunda ışık çizgileriyle belirir ve hemen bir tabela geçer ,üzerinde kalan kilometre yazar. Sonra tekere teker eritirsiniz mesafeyi ve rakam azalır. Romanda ise sayfalar çoğaldıkça sona gelinir. 
Ardından Benjamin Usta bir rüyasından bahsediyor. Yukadaki alıntıdan kopuyor ,neden yazıldığını kendimce pek anlamadığım satırlar giriyor araya. Bir ARkadaşıyla beraber Berlin Müzesi'ni geziyorlar ,bir kadın büstü ve ardından Baudelaire'den bir şiir. Ve gerisi çok daha güzel bir sözle ayrıksılanıyor paragraftan... Bir insanı onu ancak ümitsizce seven tanır...Garip bir metafora yakalanır Benjamin, bir dizi  aforizma ardı ardına patlar. Her birisi için bir yer ayırmak lazım...Gelir geçer değil ,damıtılmış şeyler kağıt üzerindeki. Sevilen insan hatırada hep küçülmüş görünür...Dağınık tepelerin sivri uçlarına batar okumanın omuru...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Minimal BorgEs

Borges edebiyat yapmak için başkalarının yazdıklarını alıp farklı bir mekana, düzleme taşımanın yeterli olduğuna inanırdı. Onun bu basit formülü bir bilgelik taşımakta… Yeryüzü üzerinde söylenmedik bir laf olamaz ama olayların bireysel veya toplumsal trajedinin sonsuz varyasyonu vardır. Anlatmak bir metnin yapmak istediği tek şeydir temelde… Anlatıyı söken onun dağınık parçalarını bir araya getirerek bir mozaik oluşturan şey ise okumaktır. Yazı edebi bir metinde her zaman estetik bir kaygı taşır. Türlü oyunlar dökülür yazarın kaleminden çünkü görücüye çıkılır her cümleyle.
Borges artık yepyeni bir yazı tarzının kağıda dökülmesinin pek de mümkün olmadığını, belli başlı dillerin defalarca üretimin ardından adeta pörsüdüğünü ve fazlasıyla dönüştürüldüğünü farkındaydı, modern yazarın elinde kala kala olayın ilginçliği kalıyordu. Belki bu yüzden örneğin Amerikan edebiyatında minimalizmin yükselişine tanık olundu. Yazar ne kadar az söylüyorsa, biçem ne kadar az betimliyorsa, hatta hiç ortada görünmüyorsa, geriye sahnenin ihtişamı ve çarpıcılığı kalıyordu… Geriye kalan bir tiyatro sahnesi değildi, zira o eski edebiyatın görüntüsüydü. Minimalist edebiyattan geriye hızla akıp giden sinema sahneleri, imgelemeyi okuyucuya bırakan mekanik bir anlatım kalıyordu. Romantizm bile dışardan seyrettiğimiz ve en çok da cinsel yönünü merak ettiğimiz bir şey halini alıyordu. Yazarlar her sene bir kitap çıkarıyorlar, bazıları bunu altı ayda bir kitaba kadar vardırıyorlardı.
Borges dilin sınırlarını fark ettiğinde hayal gücünün atını bilinmedik inanışlara ,esoterik hikayelere ve Doğu’nun büyüsüne doğru sürdü. Bu farkındalığın bir kolu ise geniş Amerikan kentlerinin ya da o kentlere benzeyen şehirler inşa etmiş diğer ulusların okuyucularına iki üç kelimelik cümlelerle seslenmeyi tercih etti. Şehir kendi başına dilini yaratmış onu gereksiz gördüğü ayrıntılardan budamıştı. Okuyucunun da sadece hızlı hareket eden bir kentte hızla geçip giden trajedilere, esrarengiz polisiyelere ve bir metronun hızına eş , her durakta farklı insanları indirip bindiren aşklara ihtiyacı vardır.
T.SARI

10 Haziran 2012 Pazar

OKUMANIN HALLERİ



Kimi felsefeciler okuyucularını dolaysız sorgulamak isterler kimileri de sadece provoke etmeyi tercih eder. Dolayısıyla hem sorgulayan hem de okuyucudan bir anlamda cevap bekleyen bir düşünce mekanizmasını gerektirir felsefe. Okuduğumuz metne ve felsefeciye göre bu durum değişir şüphesiz… Örneğin hangi metinde’ Aslında ben böyle diyorum ama siz bana bakmayın’ diyen bir ton yakalarsanız inanın orada kesinlikle bir kışkırtma vardır, durum gerçekte tam tersidir. İster felsefe yazını olsun ister edebi yazılar her şey daima üç  ayak üzerinden ilerler; Anlatan, Dinleyen ve Dil. Yazar, metni oluşturan bu üç şey üzerinde önceliği belirleme hakkına sahiptir. Bazen dil hem anlatanı aşar hem de dinleyeni. Ağır bir anlamlar bütünü analitik yorum bekler , bazen ise anlatıcı dili bir kenara bırakır sınırsızca şakır durur hatta dinleyen bile çok uzaklara düşer.  Kimi yazarlar ya da düşünürler ise sadece okuyucu üzerine oynarlar, biraz çekilirler kenara...

Özellikle okuyucuya oynayan felsefecilerin başında hiç şüphesiz Nietzsche gelir. Son dönem düşünürlerden Derrida’da aynı yöntemi ustaca kullanır. Önce problem olabildiğince radikal ortaya konur ardından yazar kendini geleneksel felsefi düşünceden ayırmak için mesafeli durur ve okuyucu ortaya konan yargı ya da sorunla baş başa bırakır. Bu tarz yazı,  metni sorduğu sorunun derinliğiyle adeta somut bir hale sokar. Okuyucu karşısındaki metnin bir akış noktası olmaktan çıkıp, durup cevap bekleyen bir kaynağa dönüştüğüne tanıklık eder. Arada okuyucuyla beraber felsefi sorunun zemininde yürüyüşe çıkan felsefeciler de vardır. Örneğin Meditasyonlar’ da Descartes okuyucuya çoğu sorgulamada yer verir, sanki yalnız kalmak istemez. Plato ’ya kadar uzanan bir yöntemle bazen de okuyucu manipüle edilir. Öyle labirentlerde dolaştırılır ki işin içinden çıkmak ustalık gerektirir.

Ancak şunu da unutmamak gerekir felsefe gibi karmaşık bir alanda katılımcı okumanın da sınırları vardır. Çoğu felsefe metni zaten bunu kısıtlar ve kendi otoritesini dayatır. Bu yüzden düşünürü izleyen okuyucular metnin ardından yorum yaparlar onu geliştirmeye başlarlar. Bu çömezlik durumu aydınlanma düşünürlerinin eseridir. Birçoğumuz örneğin Kant’ın bir metnine katkı yapmaktan geri dururuz. Metnin kutsallığını adeta kabul ederiz ancak onun ardından taşlar dizmeye çalışırız. Belkide seçtiğimiz düşünür inandığımız felsefe ikonu kendi karakterimizi de ele vermektedir. Bazılarımız sürüklenmek ister bazılarımız da bizi sürükleyen akıntının dümeninde bir miktar pay sahibi olmayı diler.

S.Gümüştay

8 Haziran 2012 Cuma

GRAfİTTi


Cortazar’ın Mırıldandığım Öyküler’i ki orijinal isminin bizdekiyle alakası olmadığını söylemek için İspanyolca bilmeye gerek yok- Queremos tanto Glenda… Bu apayrı bir yazı konusu onun için geçiyorum. Gerçi geçmemem gerek çünkü kitapta İspanyolca adını vermişler ama Tomris Uyar İspanyolcadan çeviri yapmadığına göre İngilizce’den Cortazar’ı çevirmiş. Yani Cortazar’ın başına gelmedik felaket kalmamış. Ama bazı yazarlar var başlarına ne gelirse gelsin ister üçüncü dilden ister şöyle böyle çevrilmiş  olsunlar hala insanı etkileyebiliyorlar. Cortazar’da yayımcı ve çevirmen darbelerine karşı koyabilecek bir isim. Bu kitapta bir çok iyi öykü var ama bir tanesi beni çok etkilemişti. Grafitti adlı bu öyküde duvarları siyasal yazılarla dolu bir şehirde yine bu duvarları tüm tehlikelere karşı yazılarla dolduranlar arasında geçen bir hikayedir bu…Duvaryazıcıları polis tarafından sıkı takiptedirler, ama bir tanesi özellikle bu yazıcılardan farklıdır. O siyasal içerikli bir şey yazmaz. Renkli tebeşirlerle bir çocuk naifliğinde duvarları doldurur. Ama yazıların ya da resimlerin siyasal olmamasının hiçbir önemi yoktur. Duvara yazı yazmak yasaktır ve yetkililerce hemen silinirler. Ama bizim yazıcı silme işleminin hemen ardından kendi boşluğunu gözüne kestirmekte ve hemen o köşeyi doldurmaktadır. Mesela bir gün Benim de içim yanıyor diye yazar. Polisler aynı gün yazıyı silerler. Ama bu durum onu durdurmaz bu sefer resim yapmaya girişir. İşte olay burada başlar, çizdiği resmin yanıbaşında başka bir resim belirir: Öykünün gerisi aşağıda...
İlerki günlerde eğer zaman bulursam bu öyküyü yapısalcı açıdan incelemek istiyorum...
T.Sarı

7 Haziran 2012 Perşembe

Tözler ve Monadlar

Leibniz’in cenazesini topu topu beş kişi kaldırmıştı. Teorisinin temelini oluşturan monadlar dünyasına doğru yola çıkarken onu uğurlayan bu kadar az kişinin olması ilginç…Hatta mezarının da elli yıl kadar yazısız kimin yattığı belli olmayan bir şekilde kaldığı söylenir. Gerçekte parlak kariyeri ve tanınmış zekasıyla iyi bir yaşamdı Leibniz’inki ama bir ömür uzadıkça ne kadar iz bırakıcı yaşanırsa yaşansın zaman hızla geçiyor,  insan formdan düşüyor ve gittikçe yalnızlaşıyor. O anlarda ise ölüm tam vaktinde geliyor. Leibniz hiç evlenmemişti ve eli sıkı bir insandı matematikteki dehasını parasal konularda bir miktar kendisine yonttuğu söylenebilir. Spinoza’yla aynı dönemde yaşamıştı ama üstadın onu pek yanına yakalaştırdığı söylenemez zira Spinoza , Leibniz için bile dinsiz sayılırdı. Gerçi her ikisinin teorisini hep benzer bulmuşumdur monadlar la Spinoza’nın tözleri sanki benzer kafalardan çıkmış gibi gelir bana. Ama Leibniz bu dünyayı tanrının oalabilecek en mükkemmel olasılıkta yarattığını söyler, Spinoza ise tanrıyla ilgili bu çeşit atıflar pek girmez. Spinoza şöyle der bir anlamda Sonsuza dek varolacak olan  şu anda da yaşamaktadır. Spinoza hiçbir zaman Tanrının bilinçli bir kişilik olduğuna inanmadı ve eserlerinde buna dair bir iz bulunmaz. Tanrının bilgisine ulaşılabileceğini söyler ve herhalde bunun için geometri ve genelde matematiğin yeterli olacaüını düşünüyordu. Oysa  Leibniz asla bu kıyılarda dolaşamamıştır. O kendi ortodoksisi içerisinde Hıristiyanlığını yaşıyordu. Ama Tuhaf olan şey Lebniz öldüğünde çevresinde kimse yokken Spinoza’nın bir hıristiyan azizi gibi gömülmesiydi. En azından söylentiler böyle…

5 Haziran 2012 Salı

13.7

13.7 milyar yıl önce belki bugün evren oluşmuştu. Çok büyük bir patlamayla yer yerinden çatlamadı zira yer denen şeyin cisimleşmesi bir hayli zaman almıştır. İlk önce sıcaklık ve yoğunluk vardı. Bu iki şeyin nereden geldiğini pek bilen yok yada matematiksel olarak açıklamaya kalkışsak çevremizde bizi dinleyecek pek insan kalmaz. Daha sonra evrenin ilk parçacıkları genişledikçe soğumaya başladılar . Bu ilk patlama ki buna Big Bang demek şu aralar daha çekici geliyor bir çok insana , bir tekillikten geliyor ve kökeninde Le Maitre isminde bir katolik papazın teorileri üzerine dayanıyor. İlk aşamaların ardından evrenini serinlemesi atom altı parçacıklarının oluşmasına yani liseden beri bildiğimiz proton nötron ve elektronların oluşmasına neden oldu. Proton ve nötronların birleşmesi bir kaç dakiaka kadar alırken elektronların bu iki kardeşiyle buluşması binlerce yıl almıştır. Ya da öyle olduğu düşünülüyor. Bir tarafta gelişen bir şey bir kaç dakika alırken diğer taraftaki olayın binlerce yıl alması gerçekten olağanüstü ilginç adeta bir dini hikayeyi ya da kozmik bir masalın en kıvamlı akılda tat bırakan yerini andırıyor. İlk elementler haliyle bu oluşumu izleyiverdiler ana helyumun hidrojenin ve lityumun sayesinde peydahlandılar. Her şey okadar yerli yerinde sahne alıyor ki aklımızda hiç bir soru işareti kalmıyor. Zaten Big Bang yani bam bum teorisi bilimsel olarak iyi test edilmiş bir teori... Kapıyı açan rahip Georges Lemaitre nasıl olduysa tekçil çıkış noktasına sahip bu teoriyi etrafa başarıyla sundu ve hemen ardından Aynştayn'ın görecelilik kuramı teoriyi sağlamlaştırdı. Zira bir bilim adamının dediği gibi LEmaitre iyi bir matematikçi ama felaket bir fizikçiydi. Öte yandan Aynştayn'ın Relativite kuramı görecelilik olarak çevrilebilir. Fizikteki herşeyin göreceli olduğunu vurgulaması açısından çok hoş bir addır bu ve bir o kadar da karmaşanın üstünü örtmek için kullanılır. Ama zaten evren bir karmaşadır. İlerde Kopenhag Yorumu- Copanhagen Interpretation denen şey de her nekadar aynştay'ın çatıştığı adamlar tarafından ileri sürülmüş olsa da evrenin bir çok ölçümde sabit kalamadığını ileri sürmektedirler. Hatta şöyle derler tam olarak : Aynı zamanda sistemin bütün özelliklerini bilmek imkansızdır. Bilinmeyen özellikler olabilirlik kavramı içersinde tanımlanabilirler (Heisenberg Belirsizilik Teorisi). Hatta bu Kopenhag grubu çok hoş bir şey öne sürer ki modern insanı bunalıma sürükleyen hayatın anlamı konusundaki kaygıları bertaraf ederler; Doğanın tanımlanması olabilirlik üzerinedir ve Dalga boyuyla ilintilidir. Gerçek bir bilgelik yatmaktadır bu teoride.Ve bir şey daha patlatırlar ki onu da hemen alıntılayayım: Ölçme hemen ardından oluşan bir çok olasılıktan yalnızca birini ölçer....
Şimdi evrenin oluşumu üzerinde devam ettiğimizde kara madde denen ve evrenin %95'ini oluşturan bir fenomeni es geçemeyiz .Nerdeyse herşey... Henüz neden oluştuğu bilinmiyor. Tam Popper'lık bir durum. Ölçtünüz mü, biçtiniz mi? Ne buldunuz hangi sonuca ulaştınız ve hele bir istisna bulduysanız vay halinize...Bu konuda devam edeceğim .Eğer canınız sıkıldıysa sadece iri olan yazıları okumanız bile yeter.
F. Duru 

4 Haziran 2012 Pazartesi

SAYISIZ KERE

İlhan Berk'in Kült Kitap'ında Nietzsche'den yaptığı bir alıntı var ...Defter 1996'da geçiyor; 'Bizler sayısız kere var olduk, bizlerle birlikte bütün nesnelerde.' Nietzsche'nin bir durumun sonsuz yorumu vardır düşüncesiyle uyuşuyor bu. Çoklu çözümlemelerle tikel olaylara bakmak ama aynı zamanda da tekrar üzerine tekrar giden bir evrende onun bir parçası olmak...Ama Nietzsche sadece bunun değil başka şeylerin de değişmediğini farkıdaydı; en özde şiddet olduğunu iyi biliyordu... Ahlakın Soy Kütüğü Üstüne bu anlamda göndermelerle dolu. ' Bu dünya temelindeki belli bir kan ve işkence kokusunu asla tümüyle yitirmedi demeye de hakkımız yok mu? diye soruyor düşünür. Belli ki söylemek istediği bedensel şiddetin de ötesinde bir şeydir çünkü hemen ardından ekliyor '...şu eski Kant'ta bile duyulur bu koku: Kategorik emparatif hala zulüm kokar...'
Kitapta bundan sonraki çözümlemeler suç ve ceza üzerine yoğunlaşır ve başka bir parametreye sıçrar ama Nietzsche'nin yazdıkları şiddetin ısrarla hayat içinde yer aldığı ve izlerinin çok büyük bir diğer filozofta olduğunu belirtmesiyle ilgi çekicidir . Yine İlhan Berk'in yaptığı alıntıya dönecek olursak kabataslak bir düşünceyle sayısız kere var olan aynı edimleri de sayısız kere yapmış demektir sonucuna varabiliriz. Sayısız kere şiddet ,sayısız kere felsefeci emirleri ,sayısız kere düşünsel ,bedensel terör insanlığın başının üzerinde dolanıp durmuş ,hiç eksik olmamıştır. Daha kötüsü cisim tekrar tekrar var olup dönüştükçe içerdiği olumsuzluklarda kendisini görünür kılar.... Tıpkı iyiliğin de hiç yok olmaması bu dönüşümde arada sırada parlaması gibi.
T .SARI

2 Haziran 2012 Cumartesi

BÖLL


Bu aralar Heinrich Böll'ün İrlanda Güncesi dönüp dolaşıp okuduğum kitaplardan. Seyahatler esnasında tutulan güncelerin çoğu kuru bir anlatımla dolu oluyor. İyi  yazarların bile bu konuda ayrıcalıklı oldukları pek nadir eser var ve gezi rehberinden biraz hallice eserler okumaktan öteye okuyucuya pek bir şey katmıyorlar. Ama Böll'ün kitabı için aynı şeyi söyleyemem. İrlanda zaten ülke olarak başlı başına bir fenomen...Ve Böll'ün yüksek kalibredeki duyarlılığıyla birleştiğinde çoğu yeri başyapıt olan bir metin ortaya çıkıyor. Koyu yeşil ve gri tonda bir anlatı içerisinde ilerliyor Böll ve İrlanda ruhunu öyle mizansenler ve tablolar içersine yerleştiriyor ki aslında orada salt bir gezgin olduğu duygusundan çok canlı bir kamera görevi üslendiği izlenimini veriyor. Her boyutuyla İrlanda'ya bir feribotla yanaşıyor, önce kalacak bir yer buluyor ardındanda gerçek yaşam hikayelerinin dünyasında gezinmeye başlıyorsunuz. Tabi her zamanki Böll hayaletleri İrlanda yolculuğunda da  peşini bırakmıyor. İkinci Dünya savaşının yanlış algılanan Alman imgesi, yaşamın savaşla karşılaştığında insana hissettirdiği boşluk duygusu ve acıların evrenselliği Böll'ün ister günce ister roman ister öykü yazsın her zaman hesaplaştığı konular.
Seamus Heaney'e gönderme yaptığı ve İrlandalıların içki merakını ünlü şair üzerinden anlattığı ,içinde bir miktar tam ayarında mizah olduğunu düşündüğüm bir pasajı paylaşmak istiyorum.