23 Eylül 2012 Pazar

JÜRİ



Yeryüzünde ideallerin nasıl üretildiğinin gizine kim bir göz atmak ister?’ Nietszche, Ahlakın Soykütüğü Üzerine

 
 
Yarışmaların en iyisi hangi sonuca varır? Bir keresinde meraklı birkaç arkadaş bir öykü yarışmasına eser  göndermiştik ve merakla beklemeye koyulmuştuk. Zaman akmıyordu ve birbirimizin öykülerini okuyup yarışmada ne şansının olabileceğini bilmeye çalışıyorduk. Kimse kimsenin öyküsünü beğenmiyordu… Şüphesiz birbirimize açıkça bunu söylemiyorduk hatta okuduğumuz öykünün güzel olduğunu  ödül bile alabileceğini söylüyorduk utanmadan ama içimizde bu ne berbat şey hiç şansı yok diyorduk. Böyle bir ikiyüzlülükle bir birimizle olan arkadaşlığımızı,  edebi dostluğumuzu sürdürüyor katıldığımız yarışmadan gelecek zafer haberinin hayaliyle hafiften diğerlerine acıyorduk. Aradan sıyrılacaktım, ben öyle düşünüyordum, yanı başımdaki de öyle…Tüm iç dünyamızda bunlar olup biterken birbirimizle içkiler içip romantik serseriliklerle edebi dünyamıza malzeme toplama işini de beraber yapmaktaydık  Şimdi bakıyorum da istisnasız kötü öykülerdi yazdıklarımız,  ama önemli olan yarışmanın sonucuydu…

En nihayetinde  ürün gönderdiğimiz yarışma küçük bir edebiyat grubunun bir dergi etrafında düzenlediği adı pek duyulmamış bir şeydi …

Sonunda ödülü kazananların duyurulacağı tarihte sürpriz bir karar çıktı jüriden. Ödüle layık hiçbir eser bulunamamıştı.

Jüri gelen ürünleri değerlendirmiş elinin altında ne varsa okumuş hatta sağa sola bakıp etrafta ne varsa günlerini gecelerini harcayıp kağıt yığınlarını hallaç pamuğu gibi atmıştı. Didik didik etmişlerdi gönderilen eserleri, her bir dosyanın içeriği süzgeçten geçirilmiş anlam ve imla hatalarının altı rengarenk kalemlerle çizilmiş, bizim gibi değerli yazarların ne demek istediği üzerinde etraflı dumanlı alkollü tartışmalar yapılmıştı.

Ama yok! Fos çıkmıştık hepimiz… Ne idiğü belirsiz kurgular karakterlerle ipe sapa gelmez öyküler yarışmaya gönderilmiş ve jüri usandırıcı çalışma temposunun ardından edebiyatımızın umutsuz durumu karşısında depresif bir açıklama yapmış ve ödüle layık eser bulunamadığını söylerken hepimizin ağzının payını vermişti…

 

Bir edebiyat jürisinden çıkabilecek en iyi karar ödüle layık eser bulamamaktır belki , en azından ben şimdi  böyle düşünüyorum.

 

Okunacak hiçbir şey yoktu, üstelik okunmaya değer bir şey yazamayanlar her sene yarışmaya eser göndermeye devam edecekler gibi görünüyorlardı. Jüri bu tehlikeyi de sezmişti ve bir daha bu dergiden bir öykü yarışması haberi almadık.

Jüri ürkmüş olmalıydı...

 Jüriyi ciddi korkutmuş, yaptığı işten bezdirmiştik anlaşılan. Daha doğru dürüst okuyucu karşısına çıkmadan etrafa bedbinlik salan yeteneksiz yazarlar grubu olarak düzenlenecek bir yarışmaya sonsuz kereler eser göndermeye azimliydik. Çünkü diğer yarışmalarda mutlaka birilerine bir ödül veriliyordu. Hatta kitapları bile basılıyordu ardından. O sapsarı dosyalar , o poşet içindeki a4 kağıtları kitaba dönüşüyordu peki neden bu yarışmadan da böyle bir pay kapmayalımki diye düşünürken i Jüri sağlam bir kafa atmıştı bize.

Arkadaşa grubumuzdaki herkes içten içe bozulmuştu karara. Kişisel algılamıştık jürinin kararını. Ödüle layık eser bulamamakta nesiydi? Ödül parasını kitaplaştırma vaadini yerine getirmemek için bir kaçış yoluydu jürinin yaptığı. Üstelik edebiyat desteklenmeliydi…Yeni yeteneklerin- ki bu durumda kesinlikle bizdik- paçavra gibi bir kenara fırlatılıp atılması jürinin terbiyesizliğiydi…

 Nobel ödülü açıklamalarını aratmayan jüri kararında şöyle denilmişti ; Bu seneki ödüle layık bir eser bulunamamıştır: Gönderilen eserlerin bütünlükten yoksun olması dilden nasiplenmeyen kişilerce kaleme alınmış bir takım sayfa doldurmacalardan ibaret olması, içinde inanılmaz derecede çiçek böcek ifadelerinin olması, bir türlü atlatılamayan İstanbul saplantısı, eski daima güzeldir ahlaklıdır mantığı, anne teyze hala ve abla duygusallığının ülkemizin en büyük derdiymiş gibi sürekli tekrar edilmesi, her öyküde bir dul kadın alkolik bir erkek, bıktırıcı şekilde ruh gibi dolaşan bir karakterin olması, mutlaka bunalım geçiren bir kafkanın her daim her paragrafta belirmesi, öykü içinde öykü, anlatı içinde anlatıyla spagetti tarzı bir kafa ütülemenin etnik ve cinsel marjinallikle bezenmiş olarak  tekrar tekrar sunulması ,ikinci sınıf  dizi yazarlığından edebiyata geçme teşebbüsünde bulunma  vb. vb…vesaire vesaire .Bu nedenlerle ödüle layık eser bulunamamıştır.

Edebiyat işte bu gibi jüriler nedeniyle  ülkemizde yayılamıyor ilerleyemiyor.... Bir ödül yarışması olacak ve sen buna layık eser bulamayacaksın . En azından gençlere bir ödül verilebilirdi. En azından yazmaya yönlendirmek özendirmek için verilebilirdi bir ödül...Bir şiltte mi veremezdiniz?

Ödülsüz ne edebiyat olur ne de eğitim....

.....      ........

15 Eylül 2012 Cumartesi

kim kime?


Keith Jenkins’in Tarihi Yeniden Düşünme  isimli kitabını okurken bir anda sayfalarda dilbilimle ilgili konulara dalındığına şahit oluyorsunuz ki bizde hiç rastlanmayan bir şeydir… Tarih bizdeki kadar filolojiden kopmuş bir halde olamaz… Neyse bu konu için ayrı bir blog açıp yaz babam yaz yapmak gerek ama kim uğraşacak? Kim kime dum duma lafını çok severim… Kim kime dum duma bizi tanımlayan en iyi sosyo kültürel motto’dur bence... Neden uğraşayım böyle bir şeyle, sebep ne? J

Ama bir iki kelime etmeden geçemeyeceğim; mesela bizdeki bu tarih ve filoloji ayrılığının----Osmanlıca metni okumak için Osmanlıca bilmek gerektiği gibi  dar klişe tarih-dil yakınlaşması artık mideye sancı veriyor. Tarihe filolojik yaklaşım derken bunu kastetmiyorum şüphesiz. Osmanlıca bilmek teknik bir sorun, Osmanlı düşünsel sentaksını anlamak sırf bu bilgiyle imkansız---nedenleri üzerine düşündükçe belki şu özetleyici sonuca varılabilir; Tarihçi olmak için bizde tarihi çok sevmek gerekiyor. O kadar sevin ki sıka sıka öldürün onu. Metinsel mumyalamanın ardından hiçbir sızıntıya izin vermeden sadece tarih yapın. Diğer disiplinlerden  örneğin edebiyat ,felsefe, dilbilim yararlanın ama onları köleniz haline getirip somurup güdükleştirmek için…Salt ,ağır abi tarihçilerinin olduğu bir gelenek yaratın. Vesaire vesaire…

Şimdi bu yazımda anlatmak istediğim şeye geniş bir viraj aldıktan sonra geri döneyim; Keith Jenkins kitabında George Steiner’den alıntı yapıyor aynen şöyle;

Batı tarihinde sayısı çok az olan gerçek devrimlerden birini sözcük ile dünya arasındaki kopma oluşturur. Gül sözcüğünde ne kök, ne yaprak ne de diken vardır. Pembe, kırmızı ya da sarı da değildir. Koku da vermez. Kendi başına  [per se] tamamen keyfi, boş bir işarettir. Bu sözcüğün sesbilimsel öğelerinde, kökenbilim tarihinde ya da dilbilgisel işlevlerinde, beylik bir biçimde göndermede bulunduğuna inandığımız ya da tahayyül ettiğimiz nesneye karşılık gelecek hiçbir şey bulunmamaktadır.

Bu alıntının ardından Jenkins şunu ekliyor; Avrupalıların, yaklaşık iki yüz yıl önce hakikatin her zaman yaratıldığını, asla bulunmadığını anladıklarını söyleyen Amerikalı pragmatist Richard Rorty de bu kopmanın altını çizmektedir.

Yani sözcükler ile dünya arasında bir kayma vardır. Hakikat ve anlam bütün inkar edilemezliğiyle ortada olmasına rağmen hala bu şeyleri tasavvur edebilmemiz için onlarla bağlantısı olmayan sözcüklere ihtiyaç duyuyoruz.

Jenkins ilerleyen sayfalarda Tarihle ilgili çıkarımlarına devam ediyotr.Daha  sonraki yazılarda buna döneceğim.

Şimdi gerçekte bu yazıda anlatmak istediğim şeye geleyim J

Sözcüklerin anlamlar ve şeylerle olan rastlantısallıklarını belki de en iyi kullanan edebi tür  şiir. Kelimelerin hatta cümlelerin belli bir düzen içersinde olmadan buluşmalarında bile güzel bir yan olduğunu ancak şiir bize hissettirebiliyor.

Yanda görünen resim Raymond Queneau’nun Yüz bin Milyar  Şiir kitabına ait. Queneau’nun temelde yaptığı şey on tane soneyi her bir dizesini ayrı ayrı keserek okuyucuya sunması… Her bir dize diğer sonelerdeki dizelerle uyum içerisinde ve milyarları bulan bir kombinasyonla birleşebiliyor. Yaklaşık on üzeri on dört şiir oluşturabiliyor okur… Tabi bunun için 200.000.000 yıl gerekiyor eğer 24 saat okumaya devam etse bile…

Burada çarpıcı olan şey dilin aslında gelişigüzel bir kombinasyonda bile anlama karşılık gelebileceği. Şiir düzleminde kelimeler gerçek ortamlarından ayrılarak ilk orijinal hallerinden koparılsalar dahi diğer bileşenlerle kafiye yada içsel ses şartlarını yerine getirdiklerinde  uyum içersinde anlam oluşturmamıza ya da estetik tat almamıza neden olabiliyorlar.
 İddialı cümleler  anormal şartlarda kullanılmalarına rağmen bizi  büyülemeye devam ediyor.

 Tüm  İktidarlar bu gücü farkında .   Anlamları istenildiğinde çıkarıp başka yere takan bir dil aparatı sayesinde bıkkın benliklerimizi  akıntıda sürüklüyorlar… Herşey bir miktar estetik meselesi.

İşte bir şeyi güzel bulmanın getirdiği tehlike bu noktada başlıyor.

T.SArı

9 Eylül 2012 Pazar

DAğ ve DeM


Dh. Lawrence bir şiirinde  Muhammet dağ’a gitmedi dağ Muhammet’e geldi  diyor. Bir kelamın doğuşunda büyüklük her zaman olgunlaşmanın son aşamasında kendi kendine patlar. Gereklilik ve düşünce birleştiğinde ortaya söz çıkar. Bu bir çeşit logostur ve etkileyici olan, uygarlığı ve kültür adalarını oluşturan kadere ve ruhani olana etki eden de budur…

Oysa Deleuze bir konuşmasında şöyle diyor; ‘Bugünün sorunu iletişim kopukluğu ya da eksikliğinden çok bir fikrimiz tam belirginleşmeden bize ne düşündüğümüzün sorulması ve yorum yapmak zorunda bırakılmamızdır’… Gerçekten sözün her an atılmayı bekleyen kurşun gibi namluya sürülmesi  ya da öznenin onu her an söylemek   zorunda bırakılması, sürekli olarak bir şey hakkında  taraf olmak ve bunu dilin her kullanımına sıçratmak, demlenmeden bir şeyler yazmak çizmek çok feci bir şey…

Dağlar bize gelmeden dağa mı çıkıyoruz yoksa?…

4 Eylül 2012 Salı

alternatif hafıza


Artık birini gerçekten tanımak, bilmek hakkı elimizden alınmış görünüyor. Medya neyi sunarsa onu daha iyi tanıyoruz. Çevremizdeki insanlarla girdiğimiz doğal ilişkininin dışında kültürel insan keşfetme yönümüz çok kısıtlı Tanımak istemiyoruz ya da isimler aklımızdan çıkıp gidiyor... Medya ise devamlı olarak belirlediği isimleri benliğimize boca ediyor. Dil öğrenirken de aynı metod sıklıkla kullanılır. Bilmediğiniz kelimeyi öğrenmek yetmez sürekli olarak metin içerisinde görmeniz gerekir. Bu tekrar ,bu sürekli gündemde tutma insan zihninde açılan bir kovuğa o şeyi yerleştirmek için gereklidir. Çok az kullanılan ya da bir kez gördüğünüz bir kelimeyi ise unutur gidersiniz… Yaşamımıza girmesi gereken isimleri de bu tekrar olmadığı için kaçırıp gidiyoruz. Ne zaman bir ressam beğensek adını aklımıza kazımaya çalışsak kaçıp gidiyor, ne zaman farklı bir öykü sesi duysak yazarını hatırlamak istesek çabalarımız boşa çıkıyor, ne zaman dizeleri biraz farklı bir şair görsek hadi bu ismi unutmayalım desek nafile! Bir anlamda kültürel büyük birader olmaya oynuyor gazeteler televizyonlar hatta sinemalar…

Saklanan Çocuk-Elif Naci
Çünkü tekrar sanatını maalesef medya ele geçirdi…Onun dayattıklarını haricindekilere yer kalmıyor aslında tam tersinin olması gerekir, medya belleğinin boş şişkinliğini bizim keşfettiğimiz isimler ele geçirmeli, ama bence bu boşuna bir umutÇünkü medya-kültür yumağı bambaşka kazaklar örüyor. Bir pazarcının çığırtkanlığında  zorla tanıtmayı bir kural haline getiriyor. Bu diğerlerini linç eden bir şey ve sürekli şimdiki zamana oynanan bir oyun… Aklımızda tanımamızın bize çok yarar sağlamayacağı isimler kalırken diğerleri zamanın içerisinde kayboluyor…İşin aslı bizim okuyucu ya da sanat izleyicisi olarak kendi bireysel tekrar sanatımızı yaratmamız gerekiyor…

Ben böyle mini bir hafıza yarattım; ressam denince Elif Naci, öykücü denince Behiç Duygulu, şair denince Sabri Altınel, romancı denince Refii Cevad Ulunay…Şimdi bu isimleri sürekli kendime tekrarlıyorum ki unutmayayım JŞair Metin Eloğlu’nun dediği gibi ben hiçbir şeyi  unutmam, unutmam, …keşke…