27 Kasım 2012 Salı

Brecht...

Daha önceki bir yazımda film ve dizilerimizdeki kostüm sorunundan bahsetmiş yepyeni dikimli elbiselerle tarihi filmlerde oynatılan oyuncularla gerçeklik duygusunun bir türlü yakalanamayacağından bahsetmiştim.
Geçenlerde Roland Barthes'ın Çin Yolculuğu Defterleri'ni okurken Barthes'ın aynı şeyden şikayet ettiğine tanık oldum. Yazar Çin'e yaptığı yolculuktan arta kalan notlarıyla oluşturduğu kitabında komünist Çin'in sanatsal faaliyetlerini de izliyor. Bir propoganda aracı olarak tiyatro öncelikli bir yere sahip.
Bu tür bir oyunu seyrederken Barthes şöyle bir  yorum yapıyor;
''Giysileri çok fazla temiz, özellikle, isteyerek böyle yapılmış; hiçbir şey aşınmış, canlı, gerçek değil. Brecht havasında değil.' 
Belki de bir tür yenilik ve parlaklık hissini vermek ne olursa olsun hoş geliyor. Kostümün güzelliğini yeniliğinde görmek naifliği onun eskiliğinde gündelik kullanımdaki gücünü görmeyi engelliyor.

17 Kasım 2012 Cumartesi

TüY...

Sadece yayınevleri vardır...Ya da yayıncılar diyelim...Başka da hiçbir şey yoktur..

11 Kasım 2012 Pazar

Bu ikindi...


&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
Burroughs’un metinlerinde bir bütünlük aranmamalı... Genel olarak halüsinasyonlar Beat Kuşağı yazarlarının çoğunda belirgin olarak hissedilir ama Burroughs hem kullandığı uyuşturucular hem de marjinal yaşam tarzı açısından bir bütünlükten çoğu zaman koptuğu için okuyucu da böyle bir şeyin izini sürmez...
Benim Eğitimim- Bir rüyalar kitabın’nda anlatım uzamsız, zamansız, organsız bir beden gibi akıp gider... Yazar uykuda gördüğü her şeyi adeta kusar...Tıpkı Deleuze’ün köksap kavramında öngördüğü gibi sadece özneye sabitlenebilir başka da hiç bir bütünlüğü yoktur yazdıklarının. Kitap, alelacele alınmış notlardan oluşan bir sürü kağıt parçası ve daktiloya tek elle yazdığı kartlardan oluşan bir yığının basılı halidir. Hepsi bu...
Bedeni Burroughs’un rüyalarında kısa varoluşlarla sahneye çıkar. Yazarın gerçek dünyada yaşadıklarını biraz ayrıntılı bilebilseydik belki kısa anlatılarla bize sunulan bu rüyaları bir analize tabi tutabilirdik ama bundan yoksunuz. Sonuç olarak sadece bir rüya seline tanıklık edebiliriz. Hepsi de alacakaranlıkta geçer, sahneler sürekli değişir.
Rüyada diyor Burroghs iki ya da daha çok hikayenin aynı zamanda gerçekleşmesi sık sık olur, fakat insanlar ardışık bir yapı dayatmak eğilimindedir ve bu yüzden biri diğerini takip eder. Eğer gördüğü rüyalarda aynı anda geçen ikili üçlü göndermeleri yazıya dökseydi herhalde bu okunmaz olurdu, sanki bunu yapamadığı için biraz hayal kırıklığı yaşıyor Burroughs. Yine de bu yoğunlukta bir rüyalar bütünü nasıl hatırlanır diye şaşırmıyor değil insan, belki de bazılarımız sırf rüyalarını hatırlamak için yaşıyor.
Yine bir uçak kazası rüyası gördüm diye yazıyor marjinal yazarımız.
Açıkçası bunu bir zamanlar ben de çok sık görürdüm. Uçağın içinde olmazdım, genelde uçak şehrin üzerine düşerdi ve hep bu düşüşler gece olurdu. Havai fişeğini andıran patlamalar arasında kaçardım. Bir de gök taşı dünyaya çarpardı...Bu aralar pek sık görmüyorum ama kesinlikle geri dönecek bu sahne ,eminim...Çünkü bazı rüyaların bizi hiç bırakmadığına inanıyorum,  rüya mahkumluğu denen bir şey var...
Sürreal olan herşey rüyalarla düşlerin birleşiminden oluşuyor. Burroughs çoğu yerde sürreal şiir örneklerini düz metinlerin arasından yeşertiyor;
Dün geceki rüya o zarfın ufku. Eroin boş Nisana baktı. Niçin üzgünsün? Bir kedi takvimine çabucak bir göz atış...Boş ikindi.’
Ama ben en çok şu kısacık cümleyi beğendim ; Aynaya bakıyordum. İki tane yüz, sonra bunları birleştirdim ve kendimi güçlü hissediyorum.’
Rüyalarda aslında benliğimizi birleştiriyoruz gerçek dünyadaki yüzümüz  bize ait yüzde yüz bir şey değil ve uykudayken her şey en vahşi şekliyle bütünleşiveriyor, günahlarla dolu oluyor bu bulanık dünya ama bir o kadar da dürüst...

3 Kasım 2012 Cumartesi

GÖLGELERE AİTTİR...


\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\
a.
Bir Macbook air ile yazmak başka bir şeyle yazmaya benzemiyor... Bir çok bilgisayar kullandım ama klavyenin bu kadar rahat olduğu ,bu kadar ince ve taşınabilir bir aletle çalışmamıştım. Bilgisayarın maliyeti de ona göre kuşkusuz ama şimdilik kafaya takmıyorum, iki ay sonra başlıyor taksitler ve oldukça uygun bir fiyata aldım.
Bir Mac bilgisayarın fontlarını diğerlerinden farklı yapan o koyu dolgunluğu mesela pc’de durum biraz daha zayıf kalıyor.
Ekran parlaklığının ortama göre ayarlanması bazen yazdığınız metnin aydınlanmasına bazen hafiften loşlaşmasına neden oluyor...
Tıpkı bir mum ışığı gibi , ama hele bir durun! Mum derseniz iki dakikanınızı alırım...
b.
‘’Nesne bir AYNADIR. Hem de ölümcül cinsten bir aynadır çünkü özneyi neredeyse saydamlaştırarak yansıtmaktadır.’’ Çaresiz Stratejiler, J.Baudrillard
Evet! Beni  yansıtıyor bazı alışverişlerim. Hepsi değil ama!...Azmanlaşmış lüksler beni yansıtamaz, olsa olsa içsel bir çöküntünün izlerini taşır pahalı alışverişler. Ama şimdilerde şöyle bir slogan da üretilmiş, mesela evladiyelik bilgisayar...Son Toshiba’m yedinci yıla girecekti...Hala baş ucumda duruyor ne çok şaplakladım metin yazarken, tuşlar hala taş gibi ve biraz daha klavyede zırvalamak istemez misin  diye bana sırıtarak  bakıyor... O kadar da değil! Yedi yıl  süren evlilik yok neden bir aletle bu kadar zaman geçireyim zira şöyle de bir şey var;
‘’NESNE, özgün bir töz ya da anlama sahip olmadığı için özneyi büyülemeyi ve ayartmayı becerebilmiştir.’’ Çaresiz Stratejiler, J.Baudrillard
Evet ayartıldım!
İşin aslına bakarsanız ayartma işini nesne yaparken ayartılmanın bir yaşam ilerlemesi ve diyalektik bir geçiş eylemi olarak algılanması gerekiyor. Evet ayartıldım, zira nesne özgün bir töze sahip değildi (Bütün laptoplar ve PC’ler için konuşuyorum). Tam bir yazı makinesi olmaktan uzaktı ,bilgi depolayabiliyordu resim çekip video oynatabiliyordu bu da onu kaypak ve kişiliksiz yapıyordu ama diğer taraftan kendimi yazının ortamına tam olarak adayabileceğim bir platform da sağlayabiliyordu...Diğer bilgisayarlar gibi her tarafından dikkat dağıtıcı bir takım uygulamalar fırlamıyor, yoğunlaşmayı kesintiye uğratmıyordu.
Bırakın çocuk biraz mazeret üretsin! Keyiflere bin bir türlü mazeret basamağını adımlayarak çıkmıyor muyuz?
Bu noktada kaypaklığın içinden beliren bambaşka bir kişilikle karşı karşıyayız hepimiz. Bilgisayarın ultra tözsüzlüğü ,ultra şizoidliği, kaypaklığı,  fahişemsi hazırbulunurluğu , daha açıkçası o belirgin kötücül oyuncaklığı, bir çeşit tekno-dildo yapısı...
İtaat ister bilgisayar...Bir ağır abinin lafını bitirmesini uzun süre sıkılarak bekler gibi bilgisayarın operasyon yapmasını beklersiniz...
 Ya Labirentlerinde saklanan irinler!..
Uyuşturucu satan cildi türlü pazarlıklarda kararmış buruşuk bir Topkapı torbacısı...
Bilgisayarın karakteri budur...
Baudrillard’ın naif, dokunaklı Fransız evreni bile benim bu tanımlamamı bir karakter olarak kabul ederdi herhalde...
c.
Yazı araçları düşüncenizi etkiler diyor Nietzsche...Çok haklı bir çıkarım. Ama beni yazma deneyiminde en çok zevk aldığım ortama taşıyan kesinlikle bir MacBook Air değil...Daha başka anılar ve ortamlar çok farklı bir çıkarıma götürüyor...
Mum ışığı...
Karadeniz kıyılarındaki her hangi bir gençlik kampında , çadırda kaldığımız o zamanlarda , mum ışığında yazmak...Enfes...
Ya da İstanbul’da 80 başlarındaki elektrik kesintilerinde gaz lambasında yazılan ödevler komposizyonlar...Savaşsız ortamın zorunlu karartma geceleri...
Sarı ışık altında yazılan her şey...Bir mum ya da gaz yağı lambası sizi, kağıdı ve masayı en  doğal haliyle aydınlatır. Yazı ortamının haricindeki her şey gölgelere aittir ve bu aydınlatma öyle doğal bir küre yaratır ki kalem, kağıt spot ışığı altında sahneye çıkar.
Dış dünya parlamalardan uzak imgesel halelerle yanı başınızda salınır, metne gireceği zamanı sabırla bekler...

d.
Büyük ihtimalle Mac kullanan nesiller hatta belki de Steve Jobs bile mum ışığında yazmayı ancak filmlerde görmüşlerdi... Oysa çocukluğunu ve ilk gençliğini köşede kalmış darbeli bir ülkede geçiren herkes filmin dışında değil, tam da içindedir...