23 Aralık 2012 Pazar

Mal

Samuel Johnson'  'Enayiler bir yana herkes para için yazar,' diyor. Çok ışıklandırıcı bir çıkarım. Johnson İngiliz dilinin en öncü sözlükçülerindendir, üniversitede okuduğumuz metinleri de bu yöndeydi ve tabi ki Shakespeare uzmanlığı birinci sınıftı...
Johnson sözlükçü olunca yukardaki cümlesinde  para dışında yazanlara atfettiği enayi yakıştırmasını incelemek boynumuzun borcu oluyor.
S.Johnson
Enayi kelimesinin karşılığı olarak TDK'da şu bilgi veriliyor; sıfat. argo'da- Fazla bön, avanak, et kafalı, budala...Hatta bir de Atilla İlhan'dan örnek cümle var ''İyice buldum kafayı, sen daha bulmadıysan enayisin.' 
Görüldüğü kadarıyla enayi kimse alınan bir zevk karşısında kayıtsız kalan bir yapıya sahip, hatta kolaylıkla aldatılabiliyor. Diğerleri nerdeyse malı götürürken enayi kimse bir miktar bönlük yapıyor bir av köpeği gibi atlayamıyor avının üzerine, ya da A.İlhan'ın örnek cümlesinde olduğu gibi keyfin dibine vurmak varken bir köşede öylece bakıyor enayi kişi.
Kurnazlığa kuşkusuz aklı ermiyor enayinin. Johnson 'ın enayisi zaten kendini soyutlamış bir özne, aksi takdirde para kadar somut bir şeyin içersinde yer almaya çalışırdı yani daha somut olmayı becerebilirdi bir şekilde. Ama olmamış işte... O halde geriye yazma işiyle meşgul ,bir anlamda görece saygınlığa sahip bir işten enayi yakıştırmasına doğru gittikçe düşen, aşağılanan bir profille karşı karşıyayız... 
En çok TDK'nın enayi tanımlamasında kullandığı et kafa ifadesi beni üzdü açıkçası. Hiç kimseye et kafa demek istemem ben, mesela et kafa olmak için bir miktar şizoid olmak gerekiyor. Yani beyin olmayacak kafanın içersinde. Fakat şizoidler bir takım hareketleri yapmadan duramazlar. Belki Johnson bu manada şizoidler bir yana herkes para için yazar deseydi o zaman biz de et kafa tanımlamasını bir kenara bırakır en azından afilli bir psikiyatrik terimle uğraşırdık.
Ama Johnson yetkin bir kelimebilimciydi , o enayi diyorsa hakikaten o kişi avanaktır... Biz yine de enayi üzerinden ilerleyelim. Bu kelimenin İngilizce karşılıklarından biri de 'dupe'. Yani, gafil...  Gafillik pekala parasal bir mevzunun içine dalamamamak onu istememekle ilişkilendirilebilir. Gaflet ve delalet diyor ya atalarımız, paraya sırt çevirerek yazan bir kişi de gaflet ve delalet içinde olmalı.
İngilizce dupe kelimesinin karşılığı o zaman biraz daha belirginleşiyor, sonuç olarak biz kendi minik sözlüğümüzde dupe'a sadece gafil dememeli ona mal karşılığını da vermeliyiz. Tabi  argoda belirtecini kullanarak.
O halde Johnson'ın bu cümlesini tekrar yazalım....
'Mallar bir yana herkes para için yazar.'

*****

Askerde mal kelimesi çok sık kullanılırdı benim dönemimde (90'ların başı) Asker argosu dönem dönem değişse de -bence her beş yılda bir jenital betimlemelerde çığır açılıyor - Mal mısın oğlum?' lafı nerdeyse üç kelimenin arasına konan malum küfür kadar olmasa da kullanım frekansı yüksek bir argo soruydu.
Mesela bir hata yapardınız, en masum , en insani bir yerde yenilirdiniz kendinize, eliniz giderdi bir şeyi tekrar ederdiniz ....Olur ya öylesine bir hata...
Sonra soru gelirdi hemen 'Mal mısın oğlum sen?'

13 Aralık 2012 Perşembe

Benden Paso

Sinemayı hiç sevemedim...
Çok nadir sayıda filmin sanatsal değeri olduğunu düşünüyorum. Belki  Fransız Yeni Dalgası ya da İtalyan Neo Realizmine  ait bir kaç film. Criterion'dan çıkan bu filmlere sahibim.
Hiçbiri 1965 yılını geçmez.
Hadi biraz daha ileri gideyim, bu görsel sanatta son 30 yıl çöl gibi geçmiştir.
Ama kötü bir seyirci olarak bir iki yönetmene saygım sonsuz.
Aşağıda Pasolini'nin konuk edildiği kısa bir söyleşi var...
Koyu Marksist olan Pasolini'ye neden sürekli İncil'e göndermelerle dolu filmler yaptığını soruyorlar...İlginç.
http://www.criterion.com/current/posts/2555-pasolini-speaks

7 Aralık 2012 Cuma

ODA...



Otel odaları çoğumuz için geçici delikler gibidir. İçinde bir süreliğine, belki de sadece bir iki gece geçirdiğimiz küçük kutucuklardır. İşin garip tarafı otel odalarından geriye çok az anı kalır ama genelde temiz olup olmadığını ya da otel servisinin iyi çalışıp çalışmadığını hatırlarız. Oysa otel odalarının manzarasını, pencereden bakıldığında şehrin nerelerine uzanan bir konumu olduğunu, mobilyaları yazı masası bile olamayacak küçük etajerin üzerindeki not defterini, otele ait kalemi, bir iki adımda girdiğimiz banyonun ilaç kokan beyaz mahremiyetini bunları hatırlamayız. Belki de ne kadar içinde kalınırsa kalınsın bir yabancılık hissini üstümüze çekip uyuduğumuz mekanlar olduklarından kapısı da geriye bakmaksızın çekip çıkılabilecek geçici uğrak yerleridir otel odaları.
Farklıdır bir çoğu , yabancı ülkelerde mobilyalar değişir, İstanbul'da yataklar nedense dardır, Anadolu da yastıklar sert... Bir balkonu vardır ve masası, üzerinde kül tablası, yangın merdiveni o kadar paslıdır ki yangında bile adımınızı atmazsınız...
Bunlar gözlemlerin başlangıcı gibi duruyor ama bir de otel odalarına serüven girerese durum tamamen değişir. Çünkü serüven kurgu demektir. Başımdan bir macera geçti deyip bir arkadaşınıza anlattığınızda beğenebilir ya da çok yavan bulup bu da ne ki diyebilir. Çünkü yaşadığınız olayı serüven nitelemesi veren siz olursunuz ama ilginçliğini değerlendirmek dinleyiciye kalmıştır. Olsun beğenmesinler ya da beğenip ağzı açık bir şekilde sizi dinlesinler, bir olaya macera diyebiliyorsanız bitmiştir! Şimdi bir de bohem mekan lazım bu kendinden menkul olayınıza...
İşte içinden serüven treni geçen otel odaları bambaşka olur. Kendi gezinizi küçük bir serüven olarak görebiliyorsanız eğer bütün kaldığınız otel odaları da bir o kadar ilginç ve anı bırakıcı gelecektir ...
örtüler, döşeme, banyo karoları, klozet,  birinin yatağın altına düşürüp unuttuğu kurşun kalem, aynanın önünde soyunmak, koridorda esen rüzgar, yan odadan gelen, ince duvarları aşan inleme...