19 Temmuz 2013 Cuma

Camus Bakışı...


Bir Camus bakışı olduğu kesin... Ona ait bir yüz ifadesi... Buna bohem bir çehre diyebiliriz. Biraz daha sinematik tiplemelere gönderme yaparsak Albert Camus’nun fotoğraflara yansıyan yüzü Humphrey Bogart’la Gerard Philipe karışımı bir şeydir. Bu savaş sonrası silüetlerin en etkileyicisidir. 1940’lardan başlamak üzere ölümüne dek Camus’yu ağzının kenarında veya parmaklarının ucunda Gauloise sigarası, çoğu zaman paltolu, ve eğer iç mekanlarda çekildiyse üzerinde oldukça şık takım elbiseler, hafif boşa alınmış kravatlarla görürüz. Saçlar daima geriye doğru taranmıştır.

Sigarayı oldukça yoğun içiyordu Camus, ve ölümü ondan olmadı...

Çok parlak ve öne çıkan görüntüler değildir bunlar ama yazdığı metnin dışında da da etkilere sahiptir. Sanki Sisifos Söylemi’nin yazarı bir çeşit modern Sisifos gibi görünmek istemektedir; yaptığı işi umarsız bir dünyaya  yaymakla meşgul, hepsi bu...

Fotoğrafçı Cartier-Bresson’un çektiği tüm Albert Camus fotoğraflarında hareketli bir duruştan vazgeçmez. Ofisinde ayakta durduğu pozlar vardır. Masasının başında kimi zaman düşünürken, balkonda şehre öylesine bakarken... Bir Albert Camus okuyucusu bu pozları gördüğünde çok da bir yazara ait olduğunu düşünmez. Sadece biraz sonra bir soru soracağını ve bu sorunun kesin bir yanıtının olmadığını hissettirmek ister gibi ölçülü bir dağınıklıkla serimlenir kameranın önünde.
Çok az şey değişecektir yazarak. Bu nedenle bir kütüphanenin, kağıtlarla dolu bir masanın önünden sıyrılmaya çalışır, pardösüsü üzerindedir, hemen dışarı çıkacakmış izlenimi uyandırır...
Şüphesiz
boşluğun önünde poz vermek için..

14 Temmuz 2013 Pazar

00:24


Belki de böyle önümde klavye ne gelirse aklıma döktürmem gerek , ama biliyorum bir çok zaman hep aynı şey oldu… Yazı biten bir şeye dönüşüyor. Beden ,yaşam ve diğer şeyler bir enkaz bir barikat gibi yazmaya giden yolun önünde birikiyorlar. Ve ben bırakıyorum öylece vakit akıp gidiyor. Boş bir sayfa …Her metnin sonunda aslında bomboş ve sonsuza dek uzanan  bir sayfa vardır. Bu çok garip... ilk kelime gerçekten öncesiz bir şey gibi ilk başlangıcını verir gibi geliyor bana ama ardından metin bitince o geniş ıssız plato uzanmaya devam ediyor. Hissettiğim şey budur... Son cümleyi yazdıktan sonra sayfa akmaya devam ediyor çünkü metin hep daha çok şey istiyor yazan kişiden.
Şimdi bunu aşmak için klavyeye bakmıyorum. Sayfa değil ilgimi çeken salt harflerin tekil dağınıklığına bakıyorum. Satırlara paragraflara bakmıyorum. Canım çekmiyor.... Karşılaştırma yapmak istemiyorum aklımdan geçenlerle cümlelerin ekran üzerinde güzel ve anlamlı oturup oturmadığını kontrol etmek beni içine çeken tedirgin eden bir dert değil. Bilgisayarın klavyesi çok rahat... Serin bir yatak gibi... Gerindikçe derin...metalik bir soğukluk yazarken avuç içinin temas ettiği noktayı soğutuyor. Öyle klavyelerle yazdım ki bir trampleni andırıyorlardı. Parmaklarınıza istemediğiniz bir itiş veriyorlar. Bazıları ise ıkışık tıkışık, monte edildikleri yataklarında en küçük basınçta çıtlayarak geriliyorlar...

Gözbebeklerim minimal kıpırdamalarla salt harflerin konumlarını kontrol ediyor ve parmak uçlarımı doğru yere yönlendiriyor. Usta bir piyanist de herhalde aynı motor hareket mekanizmasıyla enstrümanını konuşturur. Benden çok daha maharetli olması ayrı bir konu...Yazmak ile piyano çalmak arasındaki sıkı benzerliği ıskalamamak lazım. Müziğin kurduğu cümlelerin bizim abuk sabuklamalarımızdan çoğu zaman daha parlak anlamlar ilettiğini ve duygu açısından kelimeleri yaya bıraktığını farkındayım.

Birde yazmak spordur. Mesela gecenin bu saatinde bileğimdeki kireçlenmeye en azından yazma eylemi meydan okuyabilir.

Yaşasın ufak karıncaların ordusu,
eli sopalı, palalı dünyaya karşı...

9 Temmuz 2013 Salı

SaYgı


En çok canımı sıkan şey şu; bir kitap görüyor, satın alıyorum, bir kitaptan söz edildiğini duyuyor, ödünç alıyorum ya da siz onu Paris’ten gönderme inceliğini gösteriyorsunuz. Bu kitapları mümkün olduğunca çabuk okumak istiyorum. Peki ne oluyor? Onları ‘bekleme odasına’ koyuyorum ve ben bir sürü başka şey okurken bazen yıllarca duruyorlar orada. Saygı, ‘daha uygun bir zaman’ bekleyişi, bazı kitapları okumama uzun yıllar boyunca engel oldu. Ancak sıklıkla bu kitaplardan birini, diyelim aceleyle aldıktan on yıl sonra okuyup bitirdiğimde, beklediğim iyi olmuş diyorum. Tam zamanıymış. Ama bir gün ölmek gerekecek. Yazık. Okumayı o kadar isteyeceğim tüm o kitaplar...’’ Bilge Karasu