27 Mart 2013 Çarşamba

CivAnım 2

Gelen mailin ilk bölümünü geçen yazımda anlatmıştım. İlginç olan şey geceyarısı editörden gelen bu öğretici mailin not kısmıydı. İnsan her zaman yazdıklarının kabul edildiğine dair mail almak durumunda değil hatta çoğunlukla 'uza!' tarzı mailler alıyor. Bu işin bohem kısmı kabul edilmemek grotesk bir yalnızlığa yol açar bence.Kimi zaman yalnız olmamak için çırpındıkça batarız işin grotesk tarafı buradan geliyor...Grotesk olan herşeye bayılırım..
Bu arada bloğumun okuyucu sayısının yaklaşık 10 kişi olduğunu hesapladım. Yani sıkı okuyucu kitlesi... Bloğu izleyenlerin sayısı 31'de takıldı kaldı...Bu bende gerçekten bir mastürbasyon mu yapıyorum acaba kaygısına neden olmuyor değil. Aslında 32 kişiydi ama bir kaç ay önce bir izleyicimi kaybettim. Kim olduğunu bulamadım da...
İnanın fan sayımı 200'e çıkarırım, eğer sıkı çalışırsam ve sırf melankolik genç kızların şiirlerine bir iki kelimelik yorum yapsam izleyici sayımı patlatırım...Ama bu Akp'li kızların Kadıköy Moda'daki kapıları çalarak gül bırakmalarına benzer, yani yanlış yerde yanlış buluşmalar...
Bu duyguyu hiç yaşadınız mı bilmiyorum ; bir şey anlık olarak olur sonra olmaz, gerisi gelmez... Çünkü aslında orada olmanıza gerek yoktur, insanlık namına allah aşkına kendimizi zorlayarak insani ilişkiler oluşturmayalım... Ucuz girişkenliğe hiç inanasım yok. Ernest Bloch'un İzler diye İletişimden çıkmış bir kitabı vardır orada bir yerde Bloch insan şuraya buraya da tuhaf bir yolla varabilir diyor. Yani istersem bir bayanın yemek bloğuna yorum yapıp ona ulaşabilirim... O bayan da belki mutlu olur ve beni izlemeye başlar ve ertesi gün benim bloğuma girer..Ama o ne! Yok Ernest Bloch muş yok Derridaymış yok kurgusalmış yok burgusalmış bir sürü entellektüel zevzeklik, çok okumuş tosuncuk yazıları... Bayan bakar ki olacak gibi değil döner İspanyol omleti tariflerine ve sadece sağ tarafta resmi kalır, o kadar...

Aslında edebiyatla ilgili ya da yazmakla ilgili anlattıkça karşınızdakinden  uzaklaşıyorsunuz gibi geliyor bana. Bu yüzden bu 10 kişi gerçekten sayı olarak çok...İnanın blog hayatın aynası. Bir zaman önce geçen yıl çıkardığım kitabın satışıyla ilgili editörümü aradım bana iadeleri alıyoruz hocam dedi. Fazla zorlamadım bu net cevap karşısında. Hesap basit bin adet basılsa üçte biri satılır. Gerçek okuyucuya ulaşmak için bu rakamın onda birini almanız gerekir. Bana göre işin aritmetiği budur... Yani Türkiye'de eğer kafanızda bir mesaj varsa onu iletmek için en az on kişiye anlatmanız gerekiyor. Unutmayın 10 kişide bir kişi...


**********

İspanyol omleti tarifi...Bir siteden kopyaladım...Ama nasıl olur da kekik ispanyol sözcüğünün geçtiği bir yerde kullanılmaz anlayamadım...Biraz üstüne ekleyiverin...

Bana gelen mail'in ikinci kısmında neler yazdığını bu sefer de anlatamadım, iyi mi!..


  • Patateslerı yıkayıp kurulayıp soyun.
  • İnce halkalar halinde doğrayın tencereye soğuk su doldurun, tuz ve patatesleri ilave edin.
  • Su kaynadıktan sonra orta ateşte 5 dakika pişirin, zeytin yağını bir tavada kızdırın soğanları kavurup patatesleri ilave edin, patesler pembeleşinceye kadar orta ateste 5-6 dakika kavurmaya devam edin.
  • Tuz ve karabiberi ekleyin ateşten alın, kavurma işlemini yaparken devamlı karıştırın.
  • Karıştırma kabının içinde yumurtaları cırpın kavrulmuş patates ve soğanları yumurtalara katın.
  • Tavanızı ateşe koyun, biraz kızdırın, patateslerı ve yumurtaları tavaya dökün.
  • Omletin bu yüzünü 2-3 dakika pişirin daha sonra diğer yüzünü 2-3 dakika pişirin.
  • Ateşten alın, omlet ılıdıkdan sonra dilimleyip taze yeşil soğanın sapları ile süsleyin.




18 Mart 2013 Pazartesi

CivANIM 1.

Daha önce bir öykümü yayınlamış, adı 'L' harfiyle başlayan bir edebiyat dergimiz en son gönderdiğim bir parti öyküyü reddettiğini kibarca belirtmiş. Gerçi geceyarısına doğru gelen bir maildi ve büyük ihtimalle gönderdiklerim son yarım saat içinde bahsettikleri ''yayın kurulu'' tarafından değerlendirilmişti. Sabaha karşı öykü değerlendiren dergilerimizin olması çok iyi ve onca insanın uykularından feragat ederek bu işi yürütmeleri akıllara durgunluk verici bir şey...İnsanın gerçekten aklına durgunluk geliyor...
Ama yinede edebiyat ortamına biraz girdiyseniz bilirsiniz Türkiyedeki editörlük koca bir sessizliktir. Türkiyede edebiyat ortamında editör fantoma sessiziliğinde iş görür. Konuşmaz, unutur, taşınır, sokak değiştirir hele para alacağınız varsa kutsal bir hata yapıp çeviri yaptıysanız mesela tamamen dağların ardındadır.
Editörün sessizliğini tanımlamak için koca bir kitap yazmak gerekebilir. Ama özetleyecek olursak Bu sessizlik sizi üç şeye sürükler
1. Yazdıklarım değerlendiriliyor; 'Abi adam okuyor şüphesiz, hele bir dur...'
2. Yeteneksizim, yazdıklarım da berbat ki geri bile dönmedi...
3. Editör için dosyanızın değeri öğlen ısmarladığı acılı lahmacun paketindeki kağıttan daha değerli değildir.
Bu üç seneçeneğin hangisi olursa olsun eğer dosyanızı bir yer sunduysanız tek bir geri dönüş olur...%80 diyorum ben...SeSsizLik...
PEki editör neden sessizdir? 
Hemen cevap veriyorum...
Çünkü editör tek bir okuyucudur... Değerlendirmeleri de tek bir okurun değerlendirmesidir. Bir grup insana yazdıklarınızı beğendirmiyorsunuz sadece bir kişiye sunuyorsunuz onu. O da ağırdan alıyor, görmezden geliyor çünkü okumaya zorlnamış bir insan, para kaygısıyla okuyor sizin gibi okumuyor, trendleri göz önüna alıyor bu yüzden battıkça batıyor hatta size cevap vermeye utanıyor. Evet bakın utanan editörler gördüm ben ,yolunu değiştiren yapıtğının suçluluğu karşısında yaarı görüp ofisine daha uzak biryoldan gitmek zorunda kalanlar . 

Çünkü aslında en doğrusunu yapıyor editör. Susuyor...
Elvis Presley bir şarkısında  artık daha fazla bilmek istemiyorum diyor ya işte tam olarak durum bu. Ortada ne söylenmesi ne de duyulması gereken bir şey var... Durum ortada ve sesszilik çağımızın en büyük iletişimi olarak gene tahtına kuruluyor.
Peki şöyle dese editör kardeşim yazdıkların berbat bırak bu işi...
Vallahi billahi böylesine rastlamadım. En azından bırak bu işi diyenine. Bunu diyen editör benim için baltalı ilahtır. Dürüstlüğüyle parlar, erkekse erkek, kadınsa gerçekten kadın gibi kadındır :)
 Ama editörlerimizin bir çoğunda pedagojik formasyon inceliği vardır. Bırakın garibanı kırmayın hevesini diye düşünüyor olabilirler.. Susunuuzz...
Bukowski bir dönem editörlük yapmış ve o da gelen bazı şiirleri geri çevirme tekniği olarak hiç yazara geri dönmemeyi seçtiğini söylüyor. Eğer geri dönerse gereksiz tartışmalara girildiğini öne sürüyor, bence haklılık payı var. Kndisine gelen yüzlerce geri çevirme mektuplarını da sakladığını ve asla beni niye basmıyorsunuz diye editöre yüklenmediğini söylüyor. Yani bu işin Batıdaki gidişatında da kısmen benzer şeyler yaşanıyor.
Düşünsenize bir sürü red yiyen Joyce , Ulysess'in iyi bir kitap olduğun bir editöre nasıl kanıtlayabilirdi ki? Ben bile filolojide tamamını doğru dürüst okuyamadım, ürktüm....


*******

Şimdi geliyorum benim reddedilişime, yazının asıl mevzusuna...Yani aldığım mailin ilk kısmı olağandı. Yayın kurulunun ince eleği için fazla kalın kalmıştı yazdıklarım. Cevaben dönülüyordu...
Eyvallah dostum editör sessiz kalmadın ben bir şahsiyetim, yer kaplayan bir varlığım dediğin için selamlıyorum seni...

Ama gerçek olay mail'in altına düşülen ufak bir notla başlıyor...

Onu da bir daha ki yazıda anlatacağım zira Feneryolu'ndan Davutpaşa'ya 1.15 saatlik yola editör götürmüyor beni, yatmam gerek...

10 Mart 2013 Pazar

Brecht, Benjamin, Böll


Alman yazınında günlük önemli bir yere sahip olmalı. Belki de ben böyle düşünüyorum ama beni tam anlamıyla esir alan bütün günceler neredeyse Alman yazarların elinden çıkmış. Bu işi iyi bildiklerini kesin...Diğer önemli bir nokta da Alman toplumunun fırtınalı ideolojiler arasında var olması, toplumsal geçişlere en sık tanık olunan dönemeçlerde hoyratça savrulması...
İlk günce Brecht’e ait..
Brecht’ in güncesi, Düşün Yayınları’ndan çıkmış bendeki baskısı 1998 yılına ait. Sıkı bir kitap takipçisi olmama rağmen bu kitaba neredeyse hiç ratlayamadım. Ne bir rafta gördüm ne de bir kitaplıkta. Elime nasıl geçtiğini de hatırlamıyorum...Yüksel Pazarkaya çevirisi ortalamanın üzerinde . Brecht özgün ve yoğun bir dil yaratmayı başarmış, ardından da Pazarkaya... Güncenin duygusal tonu Brecht’in ilk gençlik dönemlerine ışık tutması açısından önemli. Tam çevirimi yoksa suyunun suyu mu bilemiyorum. Büyük ihtimalle kısaltılmış bir çeviri. Eğer rastlarsanız hiç kaçırmayın, alın.

Brecht’in acayip bir günce yazarı olduğunu fark edince peşine düştüm. Yurt dışında bir başka Brecht güncesi kitabı satın aldım.; Bertolt Brecht , Journals 1934-1955 ... Bu kitap bende  biraz hayal kırıklığı yarattı. Gençlik yıllarının lirik Brecht’i kaskatı bir Brecht’e yerini bırakmıştı. Araya Amerika gezileri girmiş Brecht yaşlı amcalar gibi gazetelerden kestiği kupürleri günlüklerine yapıştırmaya başlamıştı. Korkan ve biraz da feleğin çemberinden geçtikçe ufalan Brecht günlükleri- gittikçe günler daha az paragraflar ve satırlarla anlatılıyordu- beni demek ki Brecht’de yorulur düşüncesine itti. Yine de Hollywood’la ilgili izlenimleri ve hayal kırıklıkları okunmaya değer...Brecht hayatından usanmıştı ve çok haklıydı
J
Üçüncü günlük kitabı Muhteşem Benjamin’e ait. Muhteşem Benjamin’in Bin Dokuz Yüzlerin Başında Çocukluk adlı günlüğü şimdiye kadar okuduğum en yoğun ve zarif edebiyat metni dedirtecek NEREDEYSE bana. Yoksa gerçekten öyle mi demeliyim. Bu kitaptaki  her hangi bir sayfa duyarlılığına erişip yazabilseydim eğer dünyanın en mutlu insanı olurdum. Tek bir sayfa...Bundan çok çok uzakta olmam iyi ,Muhteşem Benjamin yoksa sıradan bir Alman yazar olurdu benim için...Benjamin’in 1940’ta Paristen kaçmadan önce saklanmasını sağladığı ve o zamandan beri kayıp sayılan bir miktar kağıt ancak 1981’de aynı şehirdeki Milli Kütüphane’de bulundu. Bunlar arasında Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk’un bir daktilo nüshası da vardı.
Ama durum bununla sınırlı değil araştırmacılar 1988 yılında bir nüsha daha buluyorlar. Muhteşem Benjamin herhalde dönüp dönüp çocukluğunu düzeltmek gereği duymuş.
Rolf Tiedeman bu kitaba yazdığı son sözde Almancada bu metinlerdeki kadar yoğun, içinden ışıyan bir nesir bulabilmek için, geçen yüzyılı geçip Kafka’ya kadar uzanmak gerekir diyor.

Son günce kitabı ise bir yolculuk sırasında tutulmuş, Brecht ve Benjamin’den sonraki kuşağa ait bir yazarın, Heinrich Böll’ün İrlanda Güncesi... Daha önce de bu kitaptan bahsetmiştim. Bu kitabı ilginç kılan Böll’ün İrlandayı anlatması yani Almanya dışı bir ülkede savaş sonrası travmanın daha tam olarak dinmediği bir ortamda Avrupanın en dingin kıyısından seslenmesi. Yoksulluk , inançlar, işsizlik, mutsuzluk ve en önemlisi İrlanda coğrafyasının koyu yeşil platolarının anlatıldığı şiirsel ve melankolik bir kitap yaratmış Böll. Okudukça bir yabancının izlenimlerine değil de yetkin bir yazarın anlattığı ülkenin dokularına nüfuz etmesine, hatta kimi yerde tamamen yerelleşmesine tanıklık ediyoruz.
En can  alıcı bölümlerden birinin hemen başında Böll, meşhur İrlanda yağmuru için çok güzel bir mantık yürütüyor;
’Burada yağmur mutlak, görkemli ve ürkütücü. Bu yağmuru kötü hava diye tanımlamak, yakıcı güneşe güzel hava demek kadar yanlış’’