29 Mart 2015 Pazar

Pasolini, Antonioni,nostalji ve kuyular üzerine

Daha önce bir yerlerde 70 sonrası çekilen çok az filme ilgi duyduğumu yazmıştım. Bunun nedenini aslında tam olarak bilmiyorum. 
Bazen film seyrederken konudan ve karakterlerden kopup tamamen mekana kendimi kaptırdığım oluyor. Kimin ne yaptığı umurumda olmuyor sadece nerede gezindiklerinin hangi günlük eşyalarla giysileri ve kağıtlarla yolculuk ettikleriyle ilgileniyorum. Saçma bir durum, kabul etmek lazım, mesela biriyle bu filmleri seyrettiğimde insanlar filmin olay örgüsünden bahsederken ben sanki filmi hiç seyretmemiş gibiyim.
Bu ilgi şu anki modern dünyanın kiçliğinden sıyrılmak uğruna zamanla geliştirdiğim bir sapkınlık... Tam olarak anlamlandıramadığım görsel bir nostalji hissinin doyurulması benimkisi. Bu yüzden gerçekte ilgi duyduğum tek şey 60’ların hadi diyelim 70’lierin ilk yarısındaki kentler. Bu yılların şehirsel coğrafyası içinde bir sarkacın ucundaymışçasına salınan insan portreleri… Konu zırnık umurumda olmuyor. Peki neden böyle bir tıkanmışlık yaşıyorum? Benim hissettiklerime yakın şeyler hisseden insanlar da var biliyorum. Durumumum bir özelliği yok… Sarnıç öykü Dergisinde çıkan,kuyularla ilgili bir öykümde bu konuyla ilgili bir iki satır ayırmıştım. O zaman vardığım sonuç benim için hala geçerli.Nostalji bir anlamda yoksunluğun getirdiği rüyadır. Kişi kendisini geçmişin rüyamsı kollarına atar çünkü artık orada yaşanan neyse bitmiştir ve sonu onu yaşayan tarafından bilinir.

Mamma Roma'dan organik bir sahne
400 Darbe’de öyle değil orada konu çarpıyor ama 60’ların ebeveyn paradoksuyla ilgili bir şey bu ve hepimizin hayatına dokunduğu için olay anlatımından kopamazsınız. Aynı şekilde Pasolini’nin Mamma Roma’sındaki ana oğul ilişkisine de kayıtsız kalamayacağınız gibi...

Diğer taraftan bu iki filmde yer alan Fransa’nın ve İtalya’nın 60’lardaki mekanları belgesel zevkine yaklaşacak denli güzeldir. Bu filmler insana evire çevire durdura oynata kentleri seyretme olanağı sunuyor.
Aynı damardan giden Red Desert’ta benzer bir dokuya sahip, Antonioni’ bir alan ve boşluk açıyor... Filmde gereğinden fazla  olayın dönmesine maksatlı olarak izin verilmemiş. Sanki binalar, arsalar, gemiler, fabrikalar öyle bağırıyorlar ki olayın  ve karakterlerin sesi
bu yoğunlukta duyulmuyor. 
Zaten yönetmenin istediği aksiyon ne olursa olsun mekana ait nesneler onu bastırırdı. Tamamen izleme zevkime uyuyor!


Bu dönemin yönetmenleri iyi birer yazar da aynı zamanda.
Pasolini ve Antonioni ellerine kalem aldıklarında kameranın başına geçmeseler de aynı ünü yakalayabilirlermiş bence. Şöyle bir kural var mıdır bilemem ama yönetmen her şeyden önce iyi bir yazar olmalı... Bunu dile getirdiğim de insanlar edebiyatçılık yaptığımı söylüyorlar. Bu da bizi sinema edebiyatın bir uzantısı mıdır yoksa sinema edebiyatı çoktan mideye göndermiş midir tartışmasına götürüyor.

Pasolini’nin İngilizceye Hustler olarak çevrilmiş çok ünlü bir romanı var ancak henüz okumadım. Antonioni’nin ise bir kitabına şans eseri rastladım. Vardığım sonuç ; bu yönetmen aynı zamanda usta bir öykü yazarı. Şaşırmaya gerek yok...


26 Mart 2015 Perşembe

Kale

Çoğu zaman hayata karşı pozisyonumuz böyle oluyor. Kaleci olarak tedirginliğimiz anlaşılabilir bir şey ama koruduğumuz kalenin gerçekten buna değer olup olmadığı tartışmalı...