ZEFİR
3 Mart 2019 Pazar
12 Kasım 2017 Pazar
19 Nisan 2016 Salı
Maurice Blanchot
Heidegger'le ilgili bir şey okurken sayfalar arasında Blanchot'nun dille ilgili bir yorumuna rastladım. O da Heidegger'e gönderme yaparken bu çıkarımda bulunmuş.
Dil benliğimizin evidir türünden fikirleri bir yerlerden duymuşsunuzdur. Heidegger düşüncesinde zaten bu önemli bir yer tutuyor. ama burada Blanchot aynı mantığı yazı için uyguluyor.
'Yazı, dil ancak kendi içine döndüğünde başlıyor, şekil ve şemalden uzaklaşıp sırf maksadıyla var olduğunda. '
Fransız düşünürlerde bu sorun nereydeyse 60 yıldır tartışılıyor.
Ben hala tam olarak ne kasdedildiğini anlamış değilim...
Çünkü çok katmanlı üzeri örtülmüş bir kültürün ürünüyüm.
Bana kalırsa ben ideolojik lavlarla katılaşmış bir kültürün zavallısıyım.
Dil, tarih ve edebiyat çok çok zamandır dil, tarih ve edebiyat değildir.
Çünkü kasıtlı bir şekilde böyledir, gönüllü bir şekilde böyledir....
Dil benliğimizin evidir türünden fikirleri bir yerlerden duymuşsunuzdur. Heidegger düşüncesinde zaten bu önemli bir yer tutuyor. ama burada Blanchot aynı mantığı yazı için uyguluyor.
'Yazı, dil ancak kendi içine döndüğünde başlıyor, şekil ve şemalden uzaklaşıp sırf maksadıyla var olduğunda. '
Fransız düşünürlerde bu sorun nereydeyse 60 yıldır tartışılıyor.
Ben hala tam olarak ne kasdedildiğini anlamış değilim...
Çünkü çok katmanlı üzeri örtülmüş bir kültürün ürünüyüm.
Bana kalırsa ben ideolojik lavlarla katılaşmış bir kültürün zavallısıyım.
Dil, tarih ve edebiyat çok çok zamandır dil, tarih ve edebiyat değildir.
Çünkü kasıtlı bir şekilde böyledir, gönüllü bir şekilde böyledir....
14 Kasım 2015 Cumartesi
5 Ağustos 2015 Çarşamba
AURELIUS, CHEKHOV, BECKETT, CELİNE
Üç tane kitap aldım...
Birincisi benim hiç peşimi bırakmayan bir adama ait.
Marcus Aurelius... Hem
Türkçe hem İngilizce neredeyse yılda bir iki kez kendisine rastlıyorum ve
nedense aynı baskılar bile olsa alıyorum.
Bu seferki kitap İngilizce bildiğimiz Meditations. Yada tam
açılımıyla- A little
Flesh, A little Breath, And a reason to rule all-That is myself.
‘All
of us are creatures of a day; the rememberer and the remembered.’
Meali şu yönde olabilir; Hepimiz bir günün kuluyuz.
Hatırlayan da hatırlanan da.
Diğer kitap Anton Çehov’a ait. The Story of a
Nobody... Kısa bir novellaya benziyor. Anlatım ilgimi çekti. Ayaküstü okumayı
planlıyorum. Bu da son zamanlarda fark kendimde fark ettiğim bir şey.
Ayaktayken okuduğum şeyin zihnimde daha iyi yer ettiğini fark ettim. Henmingway
ayakta yazarmış e ben de ayakta okuyabilirim pekala! Aslında Hemingway’in
ayakta yazdıklarını belki de ayakta okumak lazım. En doğru formül bu olsa
gerek.
Sonuncu kitap Samuel Beckett’in biyografisi, ismi Damned To Fame. Oldukça kalın bir kitap.
James Knowlson kaleme almış ve gerçekten öyle battal ki bakar bakmaz saygı
duydum. Tuğlamsı biyografileri görünce artık o kişi hakkında herhalde
söylenmedik bir şey kalmamıştır diye düşünüyor kişi ister istemez. Oysa eğer
biyografi yazarı birebir anlattığı kişiyle yakın bir ilişki kurmadıysa alttan
alta giden o çok özel damara nereden ulaşabilecek ki. En nihayetinde her şey
belgeler üzerinden kurgulanabilir...
Belgeler de yazılı her şeyi inanılmaz boyutlarda
kalınlaştırabilir...
Daha bugün okudum Hillary Clinton ‘ın bir iki yıllık
e-mail yazışmaları 2200 sayfa tutuyormuş ve çoğu şunun bununla ilgili
belgelerin paylaşılması türünden...
Daha uzun tutulmasını istediğimiz kitaplar da var.
Mesela Celin’in Gecenin Sonuna Yolculuk adlı baş yapıtı. 631 sayfa olmasına
rağmen (Fransızca Baskısı-Folio Yayınevi) bir o kadarına daha seve seve ,
heceleye heceleye okurdum. Hem de ayakta okurdum. Aslında arada zokayı yutup kötü
şeyleri okumaya da zaman ayıran bir okuyucu olarak bana ceza verilmeli ve
Celin’i tek ayak üzerinde okumalıyım. Ayakta okunacak yazarlar sonsuza dek
sayfa üretmeliler.
Nasılsa diğerlerinin nafile sayfaları sonsuz ciltlenip duruyor matbaalarda...
17 Mayıs 2015 Pazar
Kam
Bütün gün oyuk
bir baş ve boş yürekle dolaşıyorum, diyor Camus günlüğünde.
Bize ait bir yorgunluk aynı zamanda bu... Büyük
şehirlere kıstırılmış kalabalıkların yorgunluğu.
Bugün denizi
betimleyemeyecek kadar yorgunum, diye bitiriyor.
Evet okuyamayacak kadar, müzik dinleyemeyecek kadar,
yazamayacak çizemeyecek kadar... En nihayetinde özel bir şekilde sevemeyecek
kadar. Camus’bize ait bir gerçekten bahsediyor...
Ama onun için sadece bir gün bu... Oysa burada milyonların
hayatı boyunca...
9 Mayıs 2015 Cumartesi
SöĞüt
Dün akşam başlayan yağmur
sabah metrobüs durağında beklerken de beni sırılsıklam etmeye yetti.
Günlerdir Söğütlüçeşme’de
sabahları soluduğumuz Kurbağalıdere’den gelen kanalizasyon kokusunu bastırmıştı
yağmur...Kışın son çırpınışı gibi bu yağmur ve bir miktar serinleyen hava...
Ardından bahar yavaş yavaş genişleyecek İstanbul’un ufkunda, ve belki de bir
anda Yaz’ın kendisi...
*****
Gene kitap alımını
yoğunlaştırdım. Anlamsızca yazmaktan uzaklaştığımı ve bu işin beyhudeliğini
daha çok hissettim bu yaşta kitap hala mıknatıs gibi çekiyor.
Mesela şöyle örnek vermek
gerekirse, ilk olarak aklımda Italo Calvino’nun bir kaç kitabı vardı ama en fazla Öyküler
başlığı altında bir derleme kitabı ilgimi çekiyordu. Biraz da indirimli
bulunca hemen aldım. Kitabı evire çevire didikledim. Kısa öykülere
dayanabiliyorum artık. Uzun ve 20-30 sayfalık adeta novella diyebileceğimiz
çalışmalara sabrım ve konsantrasyonum yetmiyor.
Öykü makul bir uzunlukta
olmalı bence yoksa romanın sahasına dalınıp da
oynanan kısa soluklu bir oyuna benziyor ve bana hitap etmiyor. Ama
Calvino’da bu kıvamlı denebilecek bir şekilde. Bir zaman önce aldığım John
Cheever öykü derlemesinde ise daha uzun çalışmalar var ama kısa öykü Amerikan
edebiyatında çoğunlukla ikinci planda kalıyor. Amerikalı hikaye yazarları adeta
birer roman taslağı yazacak derecede uzun çalışmalara girişebiliyorlar. Zira
kelime başına ödeme alıyorlar...
Japon yazar Yukio Mişima’yı
ise ilk defa okuyacağım.
Japon edebiyatında ilgi
çekici isimler var. Günlerdir çantamda taşıdığım Murakami’nin Koşmasaydım Yazamazdım isimli kitabı son
zamanlarda okuduğum en kavrayıcı eser. Koşmakla yazmak arasındaki ilgiyi iyi
yakalamış Murakami ve bu konudan bir kitaplık malzeme çıkar mı diye düşünürken
bir bakıyorsunuz kitabı yarılamışsınız ve sıkıntıdan iz yok.
Konuşmanın garip bir sihri
var ve bunu yazıda yakalamak yani konuşma ritminin yazıya karşı hak ettiği
üstünlüğü verebilmek her yazarın harcı değil. Yılların okuyucusu olarak benim
gördüğüm şu ki ,iyi olduğuna çoğunluğun inandığı yazarlarımız da bile çok ender
rastlanılan bir yetenek bu. Kasmadan yazmanın erdemi... Yazıdan daha güçlü bir
maske yok belki de... Kimi maskeler çok güzeldir. Arkadaki yüzü saklama
babında...
Ama Murakami harakiri
yapabiliyor yazarken.
Yukio Mişima’ya gelince...Kitabının
ismi Yaz Ortasında Ölüm. Öyküler uzun
ama kondisyonuma yeter. İnlemeden baş edebilirim. Henüz okumadım ama farklı bir
ritim de ondan bekliyorum her ne kadar Japonya’nın Batı’dan gelen zokayı
yuttuğu yılların başlangıcında yazmışta olsa en azında farklı bir aroma kalmış
olabilir. Mişima’nın televizyon önünde harakiri yaptığını yazmışlar arka
kapakta. Adam çatır çatır var oluşunu kitlesel bir gösteriyle sonlandırmış.
Bizim gibi kısmen Doğu ilkelerinde iddialı sözle başlayan ifadeler Japonya gibi
Uzak Doğu’da eyleme dökülüyor...Bir yazarın intiharı bedensel olduğu kadar
entelektüel bir göçtür. Ben olaya böyle bakmayı daha uygun görüyorum. Üstün
algı ve yaratının çorak bir ortamda sırf sıkıntıdan bile var oluşunu
sonlandırma ihtimali var. Eğer depresyon tüneline girildiyse çok daha
çabuklaşıp hatta mantıklı bir hal alıyor eylemin kendisi.
Konuşur gibi yazmak ne
kadar kıskanılacak bir yetenek. Özellikle Osmanlı’nın son döneminde yetişip
Cumhuriyetin ilk yıllarında kalem oynatan bir kaç yazar şaşırtıcı derecede
başarılı bu konuda. Örneğin bunlardan birisi Ref’i Cevad Ulunay diye bir zat...
İlk okuduğumda teybe kaydedip öyle mi yazmış diye çok merak etmiştim.
Elinizdeki kitap yazı değil de sese bürünüyor. İşte edebiyat! Harfi ,satırı alt
eden ses... Refik Halit Karay’da öyledir. Çoğu zaman karşı koltuğa oturup anlatıp
durur benim için.
Bir de hiç şüphesiz
Halikarnas Balıkçısı... Onun Türkçedeki ustalığı da yine bu kassız, gevşek
tarzdan geliyor. O yüzden o kadar bol yazabilmiş ki bu yazarlar kıskanmamak
elde değil. Sırf konuşma dilinden yazı diline geçişteki mekanizmayı iyi çözmüş
olmalarından dolayı kalem oynatmak çocuk oyuncağına dönüşmüş onlar için...Yazmak
için bir disipline bile gerek duyduklarını sanmıyorum. Sadece muhabbetin havaya
saldığı kelimeleri teknik bir şekilde kalemden kağıda aktarmaları yetmiş...
****
İşte metrobüs kuyruğunda,
gri bir gökyüzünün sağanağı altında bütün bunları düşünürken (?!!) Sürekli
Zincirlikuyu geldi. Bizde küfrettik topluca. Kadınlı erkekli...
Aslında tek derdim bir
koltuk kapmaktı. Öyle kitap falan da okumayacaktım bu sabah. Vurup kafayı
uyuyacaktım.
Ağzım açık , kafam camda...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)