'Bana kalırsa, nüfusun yüzde 5'i ciddi okurlardan oluşuyor. TV'de iyi bir program da olsa, Dünya Kupası maçları da olsa, onlar kitap okur. Toplum bir gün kitapları yasaklarsa, onlar bir ormana saklanıp kitapları düşünürler. Onların varlığına güveniyorum. ' Haruki Murakami
İlk okuyuşta bir yanılsamaya kapıldım, Türkiye için de bu yüzde geçerliymiş gibi geliyor insana... Ama Murakami, Japonya'dan bahsediyor...
14 Eylül 2014 Pazar
7 Eylül 2014 Pazar
28 Haziran 2014 Cumartesi
yine BernHard
Bazı yazarların dönülesi bir yanları oluyor. Kendinize ait bir evin bahçesindeki meyve ağaçlarını andırıyorlar. İstediğiniz zaman topluyorsunuz dalda ne varsa. Ben daha çok lineer anlatımı olmayan yazarları seviyorum. Kurguyu baş tacı etmemiş olanları. Kurgunun yazının düşmanı olduğunu düşündüm hep. İmlanın bir baş belası olduğunu gramer denen şeyin ise en güçlü hızar makinelerinden birisi olduğunu... Duru Türkçe, güzel bir şeydir ve inanın orada imla da yok gramer de. Sorun metnin artistik kaygılara düştüğü noktada başlıyor.
Orada bir oyunun içine giriyoruz .Kurallar; imla ve gramer...
Alçak gönüllü, zaman sıralamasına çok dayanmayan, kopuk kopuk olan bütün metinlerin okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Sinema denen modern kiçlik kurgulu bir metnin verebileceğinin çok daha üstünü maalesef sağlamakta. Sinemaya daha öncede bir miktar posta koymuştum bunun nedeni bize hayatı göstermeyi 1965’ten sonra bırakıp, nasıl duygulanmamız ,sevmemiz ,öldürmemiz
gerektiğini dayattığı için. Yoksa görsel olanın gücünü inkar etmem. Kötü bir film sadece zamanınızı alır ama kötü bir metin sizi kusturur. Piyasa onbinlerce satan kusturucu kitaplarla dolu ama kötü bir film bu kadar uzun süre ayakta kalamaz. Dolayısıyla sinema piyasası edebiyat ortamından daha dürüst bir mekanizmaya sahip.
Her neyse lafı uzatmadan meyve veren ağacını talan ettiğimiz gerçekten kopuk bir yazardan bahsetmeli. Thomas Bernhard’dan. Ama çok fazla başka şeyden bahsettim, bende istek kalmadı şu an. Bir daha ki sefere.
Bu blogda böyle yarım bıraktığım bazı yazılar var.
Bir kurgu ,bir sonuç mu arıyorsunuz? Yanlış yer...
22 Haziran 2014 Pazar
Yine DeRRida
bir alıntı;
‘Makinelerden her tarafta vardır, özellikle de dilde. Bu şekilde Freud,
ortak ve ayrıcalıklı referansımız, ekonomiden, yani bilinçdışı hesaptan, hesap
ilkelerinden (gerçeklik, zevk), tekrardan
ve tekrara zorlanma’dan söz eder. Makineyi bir hesap ve tekrar aygıtı
olarak tanımlıyorum. Hesap, hesaplanabilirlik ve tekrar var olduğundan beri
makinede vardır. Freud ekonominin mekinesini ve makinenin üretimini göz önünde
tutar. Oysa makinede, makinenin kendisine oranla bir fazlalık vardır. Hem bir
düzen, dolap etkisi hem de makine hesabını bozan bir şey.
Demek ki , makinesel ile makinesel olmayan arasındaki karmaşık ilişki basit
bir çelişkiyle ilgisi olmayan çalışmayla ilgilidir. Bu özgürlük olarak
adlandırılabilir...
S.73
2 Mayıs 2014 Cuma
YuNus
Zıt anlamlı Türkçe dediğim bir şey var. Bu
özellikle siyasi ortamda dönüp duruyor. Örneğin bir sendika lideri yarın
mutlaka çok etkin bir eylem yapacağız şeklinde konuşuyorsa bilin ki tam tersi
bir korkaklıkla sonuçlanacaktır eylem. Yine aynı şekilde bir devlet görevlisi
elektrik faturalarına zam gelmeyeceğini söylerse buna çok kulak asmamak gerekir
çünkü yakında tam tersi olacak fiyat artacaktır. Bu dil kullanımının anlık
olanı kurtarma ve konuşmacıya kaçmak için bir alan sağladığı açık. Ama dili
iletişim ciddiyetinden koparıp alıyor. Türkiye’deki siyasi çıkmazın nedeni
Türkçenin aşağılık bir şekilde anlamsız klişe cümlecikler seviyesine
indirgenmesinde aramak gerek. Artık anlamı ileten bir şey olmaktan çok siyasi Türkçe dediğimiz ucube
öğrenilebilecek bir şeydir. Siyasi tarafgirlik gösteren bir gazateci, meclise
onlarca yıl demir atmış bir milletvekili bu Türkçeyi size kolaylıkla öğretebilir.
Ve ortamlarda size yöneltilen her türlü saldırıyı ustaca savuşturabilirsiniz.
Hem de koca koca laflar ederek. Bu nasıl Japonlarda vardı ve pek popülerdi bir
aralar, bir çeşit Türk dil dövüş sanatıdır. Bir o kadar samimiyetsiz olduğu
için hiç dinlemeseniz duymasanız da olur. Artık siyaset alanında neredeyse kim
konuşursa konuşsun tüm bir millet dilsiz kalmıştır. Belki edebiyat, güçlü
ulusları yaratan edebiyat, romanlar, öyküler, hiç bilmediğimiz duygulara ait
şiirler bir oksijen tüpü takabilir dilimize, sonra bir vicdan yaratabilir belki...
ama edebiyat mı dediniz? O da ne ki allasen? Sonra kim yazacak bunları, biz
kendi bireyliğimizi inşa etmeye bir türlü fırsat bulamıyoruz ki oturup yazıyla bunu soruşturalım?
1 Mart 2014 Cumartesi
DiVan
Durmaksızın metinden kaçış… Güzellik arayışı alegoriler ve daha birçok
divan edebiyatı tekniği… Hiçbir zaman metin oluşmasın diye ortaya konan dilsel
kakmalar, işlemeler oymalar, tezhipler… Karamelize edilen bu dil çatlamadığı
için metin hiç oluşmadı…
14 Şubat 2014 Cuma
Muhab BET
Konuşmaya abanmak…
yükselerek kelimelerin cümlelerin üstüne çullanmak…
Hatta kendi konuşmamızın üstüne atlamak.
Bu bizim iletişimimiz.
yükselerek kelimelerin cümlelerin üstüne çullanmak…
Hatta kendi konuşmamızın üstüne atlamak.
Bu bizim iletişimimiz.
12 Şubat 2014 Çarşamba
FAraBi
'Din, bozuk bir felsefeye tabi olduğunda sonra da din mensuplarına bunun ardından sahih-burhani felsefe nakledildiğinde felsefe o dine bütün yönlerden karşı olur ve din de bütünüyle felsefeye karşı olur. Din ve felsefeden her biri, diğerini iptal etmeyi ister. Bu nedenle hangisi galip gelir ve nefislerde yer edinirse diğerini iptal eder ve hangisi o millete hakim olursa diğerini gerçersizleştirir.'
Farabi, Kitabu'l Huruf-Harfler kitabı, s.90
Farabi, Kitabu'l Huruf-Harfler kitabı, s.90
20 Ocak 2014 Pazartesi
Yanlış
İmla dil yanlışlarıyla ilgilenirken, bazen
yanlışlar o kadar tekrar eden yoğunlukta olur ki doğruların yerini alır. İmla
inatla yanlışları düzeltmeye çalışır. Oysa artık yanlış gerçek anlamıyla yanlış
olmaktan sıyrılmış doğru olacağım diye inat etmektedir. Kullanımdaki hata
herkes tarafından kabul edilip içselleştirilir, dilsel dönüşüm dediğimiz şey
yaşanır. İşte imlanın dilemması da burada başlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)