Daha önce bir
yerlerde 70 sonrası çekilen çok az filme ilgi duyduğumu yazmıştım. Bunun
nedenini aslında tam olarak bilmiyorum.
Bazen film
seyrederken konudan ve karakterlerden kopup tamamen mekana kendimi kaptırdığım
oluyor. Kimin ne yaptığı umurumda olmuyor sadece nerede gezindiklerinin hangi
günlük eşyalarla giysileri ve kağıtlarla yolculuk ettikleriyle ilgileniyorum.
Saçma bir durum, kabul etmek lazım, mesela biriyle bu filmleri seyrettiğimde
insanlar filmin olay örgüsünden bahsederken ben sanki filmi hiç seyretmemiş
gibiyim.
Bu ilgi şu anki
modern dünyanın kiçliğinden sıyrılmak uğruna zamanla geliştirdiğim bir
sapkınlık... Tam olarak anlamlandıramadığım görsel bir nostalji hissinin
doyurulması benimkisi. Bu yüzden gerçekte ilgi duyduğum tek şey 60’ların hadi
diyelim 70’lierin ilk yarısındaki kentler. Bu yılların şehirsel coğrafyası
içinde bir sarkacın ucundaymışçasına salınan insan portreleri… Konu zırnık
umurumda olmuyor. Peki neden böyle bir tıkanmışlık yaşıyorum? Benim
hissettiklerime yakın şeyler hisseden insanlar da var biliyorum. Durumumum bir
özelliği yok… Sarnıç öykü Dergisinde çıkan,kuyularla ilgili bir öykümde bu
konuyla ilgili bir iki satır ayırmıştım. O zaman vardığım sonuç benim için hala
geçerli.Nostalji bir anlamda
yoksunluğun getirdiği rüyadır. Kişi kendisini geçmişin rüyamsı kollarına atar çünkü
artık orada yaşanan neyse bitmiştir ve sonu onu yaşayan tarafından bilinir.
Mamma Roma'dan organik bir sahne |
400 Darbe’de
öyle değil orada konu çarpıyor ama 60’ların ebeveyn paradoksuyla ilgili bir şey
bu ve hepimizin hayatına dokunduğu için olay anlatımından kopamazsınız. Aynı şekilde
Pasolini’nin Mamma Roma’sındaki ana oğul ilişkisine de kayıtsız kalamayacağınız
gibi...
Diğer taraftan bu
iki filmde yer alan Fransa’nın ve İtalya’nın 60’lardaki mekanları belgesel
zevkine yaklaşacak denli güzeldir. Bu filmler insana evire çevire durdura
oynata kentleri seyretme olanağı sunuyor.
Aynı damardan
giden Red Desert’ta benzer bir dokuya sahip, Antonioni’ bir alan ve boşluk
açıyor... Filmde gereğinden fazla olayın dönmesine maksatlı olarak izin
verilmemiş. Sanki binalar, arsalar, gemiler, fabrikalar öyle bağırıyorlar ki olayın ve karakterlerin sesi
bu yoğunlukta
duyulmuyor.
Zaten yönetmenin istediği aksiyon ne olursa olsun mekana ait nesneler onu
bastırırdı. Tamamen izleme zevkime uyuyor!
Pasolini ve
Antonioni ellerine kalem aldıklarında kameranın başına geçmeseler de aynı ünü
yakalayabilirlermiş bence. Şöyle bir kural var mıdır bilemem ama yönetmen her şeyden önce iyi
bir yazar olmalı... Bunu dile getirdiğim de insanlar edebiyatçılık
yaptığımı söylüyorlar. Bu da bizi sinema edebiyatın bir uzantısı mıdır yoksa
sinema edebiyatı çoktan mideye göndermiş midir tartışmasına götürüyor.
Pasolini’nin
İngilizceye Hustler olarak çevrilmiş çok ünlü bir romanı var ancak henüz
okumadım. Antonioni’nin ise bir kitabına şans eseri rastladım. Vardığım sonuç ; bu yönetmen aynı zamanda usta bir öykü yazarı. Şaşırmaya gerek yok...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder