14 Kasım 2015 Cumartesi
5 Ağustos 2015 Çarşamba
AURELIUS, CHEKHOV, BECKETT, CELİNE
Üç tane kitap aldım...
Birincisi benim hiç peşimi bırakmayan bir adama ait.
Marcus Aurelius... Hem
Türkçe hem İngilizce neredeyse yılda bir iki kez kendisine rastlıyorum ve
nedense aynı baskılar bile olsa alıyorum.
Bu seferki kitap İngilizce bildiğimiz Meditations. Yada tam
açılımıyla- A little
Flesh, A little Breath, And a reason to rule all-That is myself.
‘All
of us are creatures of a day; the rememberer and the remembered.’
Meali şu yönde olabilir; Hepimiz bir günün kuluyuz.
Hatırlayan da hatırlanan da.
Diğer kitap Anton Çehov’a ait. The Story of a
Nobody... Kısa bir novellaya benziyor. Anlatım ilgimi çekti. Ayaküstü okumayı
planlıyorum. Bu da son zamanlarda fark kendimde fark ettiğim bir şey.
Ayaktayken okuduğum şeyin zihnimde daha iyi yer ettiğini fark ettim. Henmingway
ayakta yazarmış e ben de ayakta okuyabilirim pekala! Aslında Hemingway’in
ayakta yazdıklarını belki de ayakta okumak lazım. En doğru formül bu olsa
gerek.
Sonuncu kitap Samuel Beckett’in biyografisi, ismi Damned To Fame. Oldukça kalın bir kitap.
James Knowlson kaleme almış ve gerçekten öyle battal ki bakar bakmaz saygı
duydum. Tuğlamsı biyografileri görünce artık o kişi hakkında herhalde
söylenmedik bir şey kalmamıştır diye düşünüyor kişi ister istemez. Oysa eğer
biyografi yazarı birebir anlattığı kişiyle yakın bir ilişki kurmadıysa alttan
alta giden o çok özel damara nereden ulaşabilecek ki. En nihayetinde her şey
belgeler üzerinden kurgulanabilir...
Belgeler de yazılı her şeyi inanılmaz boyutlarda
kalınlaştırabilir...
Daha bugün okudum Hillary Clinton ‘ın bir iki yıllık
e-mail yazışmaları 2200 sayfa tutuyormuş ve çoğu şunun bununla ilgili
belgelerin paylaşılması türünden...
Daha uzun tutulmasını istediğimiz kitaplar da var.
Mesela Celin’in Gecenin Sonuna Yolculuk adlı baş yapıtı. 631 sayfa olmasına
rağmen (Fransızca Baskısı-Folio Yayınevi) bir o kadarına daha seve seve ,
heceleye heceleye okurdum. Hem de ayakta okurdum. Aslında arada zokayı yutup kötü
şeyleri okumaya da zaman ayıran bir okuyucu olarak bana ceza verilmeli ve
Celin’i tek ayak üzerinde okumalıyım. Ayakta okunacak yazarlar sonsuza dek
sayfa üretmeliler.
Nasılsa diğerlerinin nafile sayfaları sonsuz ciltlenip duruyor matbaalarda...
17 Mayıs 2015 Pazar
Kam
Bütün gün oyuk
bir baş ve boş yürekle dolaşıyorum, diyor Camus günlüğünde.
Bize ait bir yorgunluk aynı zamanda bu... Büyük
şehirlere kıstırılmış kalabalıkların yorgunluğu.
Bugün denizi
betimleyemeyecek kadar yorgunum, diye bitiriyor.
Evet okuyamayacak kadar, müzik dinleyemeyecek kadar,
yazamayacak çizemeyecek kadar... En nihayetinde özel bir şekilde sevemeyecek
kadar. Camus’bize ait bir gerçekten bahsediyor...
Ama onun için sadece bir gün bu... Oysa burada milyonların
hayatı boyunca...
9 Mayıs 2015 Cumartesi
SöĞüt
Dün akşam başlayan yağmur
sabah metrobüs durağında beklerken de beni sırılsıklam etmeye yetti.
Günlerdir Söğütlüçeşme’de
sabahları soluduğumuz Kurbağalıdere’den gelen kanalizasyon kokusunu bastırmıştı
yağmur...Kışın son çırpınışı gibi bu yağmur ve bir miktar serinleyen hava...
Ardından bahar yavaş yavaş genişleyecek İstanbul’un ufkunda, ve belki de bir
anda Yaz’ın kendisi...
*****
Gene kitap alımını
yoğunlaştırdım. Anlamsızca yazmaktan uzaklaştığımı ve bu işin beyhudeliğini
daha çok hissettim bu yaşta kitap hala mıknatıs gibi çekiyor.
Mesela şöyle örnek vermek
gerekirse, ilk olarak aklımda Italo Calvino’nun bir kaç kitabı vardı ama en fazla Öyküler
başlığı altında bir derleme kitabı ilgimi çekiyordu. Biraz da indirimli
bulunca hemen aldım. Kitabı evire çevire didikledim. Kısa öykülere
dayanabiliyorum artık. Uzun ve 20-30 sayfalık adeta novella diyebileceğimiz
çalışmalara sabrım ve konsantrasyonum yetmiyor.
Öykü makul bir uzunlukta
olmalı bence yoksa romanın sahasına dalınıp da
oynanan kısa soluklu bir oyuna benziyor ve bana hitap etmiyor. Ama
Calvino’da bu kıvamlı denebilecek bir şekilde. Bir zaman önce aldığım John
Cheever öykü derlemesinde ise daha uzun çalışmalar var ama kısa öykü Amerikan
edebiyatında çoğunlukla ikinci planda kalıyor. Amerikalı hikaye yazarları adeta
birer roman taslağı yazacak derecede uzun çalışmalara girişebiliyorlar. Zira
kelime başına ödeme alıyorlar...
Japon yazar Yukio Mişima’yı
ise ilk defa okuyacağım.
Japon edebiyatında ilgi
çekici isimler var. Günlerdir çantamda taşıdığım Murakami’nin Koşmasaydım Yazamazdım isimli kitabı son
zamanlarda okuduğum en kavrayıcı eser. Koşmakla yazmak arasındaki ilgiyi iyi
yakalamış Murakami ve bu konudan bir kitaplık malzeme çıkar mı diye düşünürken
bir bakıyorsunuz kitabı yarılamışsınız ve sıkıntıdan iz yok.
Konuşmanın garip bir sihri
var ve bunu yazıda yakalamak yani konuşma ritminin yazıya karşı hak ettiği
üstünlüğü verebilmek her yazarın harcı değil. Yılların okuyucusu olarak benim
gördüğüm şu ki ,iyi olduğuna çoğunluğun inandığı yazarlarımız da bile çok ender
rastlanılan bir yetenek bu. Kasmadan yazmanın erdemi... Yazıdan daha güçlü bir
maske yok belki de... Kimi maskeler çok güzeldir. Arkadaki yüzü saklama
babında...
Ama Murakami harakiri
yapabiliyor yazarken.
Yukio Mişima’ya gelince...Kitabının
ismi Yaz Ortasında Ölüm. Öyküler uzun
ama kondisyonuma yeter. İnlemeden baş edebilirim. Henüz okumadım ama farklı bir
ritim de ondan bekliyorum her ne kadar Japonya’nın Batı’dan gelen zokayı
yuttuğu yılların başlangıcında yazmışta olsa en azında farklı bir aroma kalmış
olabilir. Mişima’nın televizyon önünde harakiri yaptığını yazmışlar arka
kapakta. Adam çatır çatır var oluşunu kitlesel bir gösteriyle sonlandırmış.
Bizim gibi kısmen Doğu ilkelerinde iddialı sözle başlayan ifadeler Japonya gibi
Uzak Doğu’da eyleme dökülüyor...Bir yazarın intiharı bedensel olduğu kadar
entelektüel bir göçtür. Ben olaya böyle bakmayı daha uygun görüyorum. Üstün
algı ve yaratının çorak bir ortamda sırf sıkıntıdan bile var oluşunu
sonlandırma ihtimali var. Eğer depresyon tüneline girildiyse çok daha
çabuklaşıp hatta mantıklı bir hal alıyor eylemin kendisi.
Konuşur gibi yazmak ne
kadar kıskanılacak bir yetenek. Özellikle Osmanlı’nın son döneminde yetişip
Cumhuriyetin ilk yıllarında kalem oynatan bir kaç yazar şaşırtıcı derecede
başarılı bu konuda. Örneğin bunlardan birisi Ref’i Cevad Ulunay diye bir zat...
İlk okuduğumda teybe kaydedip öyle mi yazmış diye çok merak etmiştim.
Elinizdeki kitap yazı değil de sese bürünüyor. İşte edebiyat! Harfi ,satırı alt
eden ses... Refik Halit Karay’da öyledir. Çoğu zaman karşı koltuğa oturup anlatıp
durur benim için.
Bir de hiç şüphesiz
Halikarnas Balıkçısı... Onun Türkçedeki ustalığı da yine bu kassız, gevşek
tarzdan geliyor. O yüzden o kadar bol yazabilmiş ki bu yazarlar kıskanmamak
elde değil. Sırf konuşma dilinden yazı diline geçişteki mekanizmayı iyi çözmüş
olmalarından dolayı kalem oynatmak çocuk oyuncağına dönüşmüş onlar için...Yazmak
için bir disipline bile gerek duyduklarını sanmıyorum. Sadece muhabbetin havaya
saldığı kelimeleri teknik bir şekilde kalemden kağıda aktarmaları yetmiş...
****
İşte metrobüs kuyruğunda,
gri bir gökyüzünün sağanağı altında bütün bunları düşünürken (?!!) Sürekli
Zincirlikuyu geldi. Bizde küfrettik topluca. Kadınlı erkekli...
Aslında tek derdim bir
koltuk kapmaktı. Öyle kitap falan da okumayacaktım bu sabah. Vurup kafayı
uyuyacaktım.
Ağzım açık , kafam camda...
29 Mart 2015 Pazar
Pasolini, Antonioni,nostalji ve kuyular üzerine
Daha önce bir
yerlerde 70 sonrası çekilen çok az filme ilgi duyduğumu yazmıştım. Bunun
nedenini aslında tam olarak bilmiyorum.
Bazen film
seyrederken konudan ve karakterlerden kopup tamamen mekana kendimi kaptırdığım
oluyor. Kimin ne yaptığı umurumda olmuyor sadece nerede gezindiklerinin hangi
günlük eşyalarla giysileri ve kağıtlarla yolculuk ettikleriyle ilgileniyorum.
Saçma bir durum, kabul etmek lazım, mesela biriyle bu filmleri seyrettiğimde
insanlar filmin olay örgüsünden bahsederken ben sanki filmi hiç seyretmemiş
gibiyim.
Bu ilgi şu anki
modern dünyanın kiçliğinden sıyrılmak uğruna zamanla geliştirdiğim bir
sapkınlık... Tam olarak anlamlandıramadığım görsel bir nostalji hissinin
doyurulması benimkisi. Bu yüzden gerçekte ilgi duyduğum tek şey 60’ların hadi
diyelim 70’lierin ilk yarısındaki kentler. Bu yılların şehirsel coğrafyası
içinde bir sarkacın ucundaymışçasına salınan insan portreleri… Konu zırnık
umurumda olmuyor. Peki neden böyle bir tıkanmışlık yaşıyorum? Benim
hissettiklerime yakın şeyler hisseden insanlar da var biliyorum. Durumumum bir
özelliği yok… Sarnıç öykü Dergisinde çıkan,kuyularla ilgili bir öykümde bu
konuyla ilgili bir iki satır ayırmıştım. O zaman vardığım sonuç benim için hala
geçerli.Nostalji bir anlamda
yoksunluğun getirdiği rüyadır. Kişi kendisini geçmişin rüyamsı kollarına atar çünkü
artık orada yaşanan neyse bitmiştir ve sonu onu yaşayan tarafından bilinir.
Mamma Roma'dan organik bir sahne |
400 Darbe’de
öyle değil orada konu çarpıyor ama 60’ların ebeveyn paradoksuyla ilgili bir şey
bu ve hepimizin hayatına dokunduğu için olay anlatımından kopamazsınız. Aynı şekilde
Pasolini’nin Mamma Roma’sındaki ana oğul ilişkisine de kayıtsız kalamayacağınız
gibi...
Diğer taraftan bu
iki filmde yer alan Fransa’nın ve İtalya’nın 60’lardaki mekanları belgesel
zevkine yaklaşacak denli güzeldir. Bu filmler insana evire çevire durdura
oynata kentleri seyretme olanağı sunuyor.
Aynı damardan
giden Red Desert’ta benzer bir dokuya sahip, Antonioni’ bir alan ve boşluk
açıyor... Filmde gereğinden fazla olayın dönmesine maksatlı olarak izin
verilmemiş. Sanki binalar, arsalar, gemiler, fabrikalar öyle bağırıyorlar ki olayın ve karakterlerin sesi
bu yoğunlukta
duyulmuyor.
Zaten yönetmenin istediği aksiyon ne olursa olsun mekana ait nesneler onu
bastırırdı. Tamamen izleme zevkime uyuyor!
Pasolini ve
Antonioni ellerine kalem aldıklarında kameranın başına geçmeseler de aynı ünü
yakalayabilirlermiş bence. Şöyle bir kural var mıdır bilemem ama yönetmen her şeyden önce iyi
bir yazar olmalı... Bunu dile getirdiğim de insanlar edebiyatçılık
yaptığımı söylüyorlar. Bu da bizi sinema edebiyatın bir uzantısı mıdır yoksa
sinema edebiyatı çoktan mideye göndermiş midir tartışmasına götürüyor.
Pasolini’nin
İngilizceye Hustler olarak çevrilmiş çok ünlü bir romanı var ancak henüz
okumadım. Antonioni’nin ise bir kitabına şans eseri rastladım. Vardığım sonuç ; bu yönetmen aynı zamanda usta bir öykü yazarı. Şaşırmaya gerek yok...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)