9 Mayıs 2015 Cumartesi

SöĞüt

Dün akşam başlayan yağmur sabah metrobüs durağında beklerken de beni sırılsıklam etmeye yetti.
Günlerdir Söğütlüçeşme’de sabahları soluduğumuz Kurbağalıdere’den gelen kanalizasyon kokusunu bastırmıştı yağmur...Kışın son çırpınışı gibi bu yağmur ve bir miktar serinleyen hava... Ardından bahar yavaş yavaş genişleyecek İstanbul’un ufkunda, ve belki de bir anda Yaz’ın kendisi...

*****
Gene kitap alımını yoğunlaştırdım. Anlamsızca yazmaktan uzaklaştığımı ve bu işin beyhudeliğini daha çok hissettim bu yaşta kitap hala mıknatıs gibi çekiyor.
Mesela şöyle örnek vermek gerekirse, ilk olarak aklımda Italo Calvino’nun bir kaç kitabı vardı ama  en fazla Öyküler başlığı altında bir derleme kitabı ilgimi çekiyordu. Biraz da indirimli bulunca hemen aldım. Kitabı evire çevire didikledim. Kısa öykülere dayanabiliyorum artık. Uzun ve 20-30 sayfalık adeta novella diyebileceğimiz çalışmalara sabrım ve konsantrasyonum yetmiyor.
Öykü makul bir uzunlukta olmalı bence yoksa romanın sahasına dalınıp da  oynanan kısa soluklu bir oyuna benziyor ve bana hitap etmiyor. Ama Calvino’da bu kıvamlı denebilecek bir şekilde. Bir zaman önce aldığım John Cheever öykü derlemesinde ise daha uzun çalışmalar var ama kısa öykü Amerikan edebiyatında çoğunlukla ikinci planda kalıyor. Amerikalı hikaye yazarları adeta birer roman taslağı yazacak derecede uzun çalışmalara girişebiliyorlar. Zira kelime başına ödeme alıyorlar...
Japon yazar Yukio Mişima’yı ise ilk defa okuyacağım.
Japon edebiyatında ilgi çekici isimler var. Günlerdir çantamda taşıdığım Murakami’nin Koşmasaydım Yazamazdım isimli kitabı son zamanlarda okuduğum en kavrayıcı eser. Koşmakla yazmak arasındaki ilgiyi iyi yakalamış Murakami ve bu konudan bir kitaplık malzeme çıkar mı diye düşünürken bir bakıyorsunuz kitabı yarılamışsınız ve sıkıntıdan iz yok.
Konuşmanın garip bir sihri var ve bunu yazıda yakalamak yani konuşma ritminin yazıya karşı hak ettiği üstünlüğü verebilmek her yazarın harcı değil. Yılların okuyucusu olarak benim gördüğüm şu ki ,iyi olduğuna çoğunluğun inandığı yazarlarımız da bile çok ender rastlanılan bir yetenek bu. Kasmadan yazmanın erdemi... Yazıdan daha güçlü bir maske yok belki de... Kimi maskeler çok güzeldir. Arkadaki yüzü saklama babında...
Ama Murakami harakiri yapabiliyor yazarken.
Yukio Mişima’ya gelince...Kitabının ismi Yaz Ortasında Ölüm. Öyküler uzun ama kondisyonuma yeter. İnlemeden baş edebilirim. Henüz okumadım ama farklı bir ritim de ondan bekliyorum her ne kadar Japonya’nın Batı’dan gelen zokayı yuttuğu yılların başlangıcında yazmışta olsa en azında farklı bir aroma kalmış olabilir. Mişima’nın televizyon önünde harakiri yaptığını yazmışlar arka kapakta. Adam çatır çatır var oluşunu kitlesel bir gösteriyle sonlandırmış. Bizim gibi kısmen Doğu ilkelerinde iddialı sözle başlayan ifadeler Japonya gibi Uzak Doğu’da eyleme dökülüyor...Bir yazarın intiharı bedensel olduğu kadar entelektüel bir göçtür. Ben olaya böyle bakmayı daha uygun görüyorum. Üstün algı ve yaratının çorak bir ortamda sırf sıkıntıdan bile var oluşunu sonlandırma ihtimali var. Eğer depresyon tüneline girildiyse çok daha çabuklaşıp hatta mantıklı bir hal alıyor eylemin kendisi.
Konuşur gibi yazmak ne kadar kıskanılacak bir yetenek. Özellikle Osmanlı’nın son döneminde yetişip Cumhuriyetin ilk yıllarında kalem oynatan bir kaç yazar şaşırtıcı derecede başarılı bu konuda. Örneğin bunlardan birisi Ref’i Cevad Ulunay diye bir zat... İlk okuduğumda teybe kaydedip öyle mi yazmış diye çok merak etmiştim. Elinizdeki kitap yazı değil de sese bürünüyor. İşte edebiyat! Harfi ,satırı alt eden ses... Refik Halit Karay’da öyledir. Çoğu zaman karşı koltuğa oturup anlatıp durur benim için.
Bir de hiç şüphesiz Halikarnas Balıkçısı... Onun Türkçedeki ustalığı da yine bu kassız, gevşek tarzdan geliyor. O yüzden o kadar bol yazabilmiş ki bu yazarlar kıskanmamak elde değil. Sırf konuşma dilinden yazı diline geçişteki mekanizmayı iyi çözmüş olmalarından dolayı kalem oynatmak çocuk oyuncağına dönüşmüş onlar için...Yazmak için bir disipline bile gerek duyduklarını sanmıyorum. Sadece muhabbetin havaya saldığı kelimeleri teknik bir şekilde kalemden kağıda aktarmaları yetmiş...
****

İşte metrobüs kuyruğunda, gri bir gökyüzünün sağanağı altında bütün bunları düşünürken (?!!) Sürekli Zincirlikuyu geldi. Bizde küfrettik topluca. Kadınlı erkekli...
Aslında tek derdim bir koltuk kapmaktı. Öyle kitap falan da okumayacaktım bu sabah. Vurup kafayı uyuyacaktım.
Ağzım açık , kafam camda...







1 yorum: