Daha önceki bir yazımda film ve dizilerimizdeki kostüm sorunundan bahsetmiş yepyeni dikimli elbiselerle tarihi filmlerde oynatılan oyuncularla gerçeklik duygusunun bir türlü yakalanamayacağından bahsetmiştim.
Geçenlerde Roland Barthes'ın Çin Yolculuğu Defterleri'ni okurken Barthes'ın aynı şeyden şikayet ettiğine tanık oldum. Yazar Çin'e yaptığı yolculuktan arta kalan notlarıyla oluşturduğu kitabında komünist Çin'in sanatsal faaliyetlerini de izliyor. Bir propoganda aracı olarak tiyatro öncelikli bir yere sahip.
Bu tür bir oyunu seyrederken Barthes şöyle bir yorum yapıyor;
''Giysileri çok fazla temiz, özellikle, isteyerek böyle yapılmış; hiçbir şey aşınmış, canlı, gerçek değil. Brecht havasında değil.'
Belki de bir tür yenilik ve parlaklık hissini vermek ne olursa olsun hoş geliyor. Kostümün güzelliğini yeniliğinde görmek naifliği onun eskiliğinde gündelik kullanımdaki gücünü görmeyi engelliyor.
27 Kasım 2012 Salı
17 Kasım 2012 Cumartesi
11 Kasım 2012 Pazar
Bu ikindi...
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
Burroughs’un
metinlerinde bir bütünlük aranmamalı... Genel olarak halüsinasyonlar Beat
Kuşağı yazarlarının çoğunda belirgin olarak hissedilir ama Burroughs hem
kullandığı uyuşturucular hem de marjinal yaşam tarzı açısından bir bütünlükten
çoğu zaman koptuğu için okuyucu da böyle bir şeyin izini sürmez...
Benim Eğitimim- Bir rüyalar kitabın’nda anlatım uzamsız,
zamansız, organsız bir beden gibi akıp gider... Yazar uykuda gördüğü her şeyi
adeta kusar...Tıpkı Deleuze’ün köksap kavramında öngördüğü gibi sadece özneye
sabitlenebilir başka da hiç bir bütünlüğü yoktur yazdıklarının. Kitap, alelacele
alınmış notlardan oluşan bir sürü kağıt parçası ve daktiloya tek elle yazdığı
kartlardan oluşan bir yığının basılı halidir. Hepsi bu...
Bedeni
Burroughs’un rüyalarında kısa varoluşlarla sahneye çıkar. Yazarın gerçek
dünyada yaşadıklarını biraz ayrıntılı bilebilseydik belki kısa anlatılarla bize
sunulan bu rüyaları bir analize tabi tutabilirdik ama bundan yoksunuz. Sonuç
olarak sadece bir rüya seline tanıklık edebiliriz. Hepsi de alacakaranlıkta
geçer, sahneler sürekli değişir.
Rüyada diyor Burroghs iki ya da daha çok hikayenin aynı zamanda gerçekleşmesi sık sık olur,
fakat insanlar ardışık bir yapı dayatmak
eğilimindedir ve bu yüzden biri diğerini takip eder. Eğer gördüğü rüyalarda
aynı anda geçen ikili üçlü göndermeleri yazıya dökseydi herhalde bu okunmaz
olurdu, sanki bunu yapamadığı için biraz hayal kırıklığı yaşıyor Burroughs.
Yine de bu yoğunlukta bir rüyalar bütünü nasıl hatırlanır diye şaşırmıyor değil
insan, belki de bazılarımız sırf rüyalarını hatırlamak için yaşıyor.
Yine bir uçak kazası rüyası gördüm diye yazıyor marjinal
yazarımız.
Açıkçası
bunu bir zamanlar ben de çok sık görürdüm. Uçağın içinde olmazdım, genelde uçak
şehrin üzerine düşerdi ve hep bu düşüşler gece olurdu. Havai fişeğini andıran patlamalar
arasında kaçardım. Bir de gök taşı dünyaya çarpardı...Bu aralar pek sık
görmüyorum ama kesinlikle geri dönecek bu sahne ,eminim...Çünkü bazı rüyaların
bizi hiç bırakmadığına inanıyorum, rüya
mahkumluğu denen bir şey var...
Sürreal
olan herşey rüyalarla düşlerin birleşiminden oluşuyor. Burroughs çoğu yerde
sürreal şiir örneklerini düz metinlerin arasından yeşertiyor;
‘Dün geceki rüya o zarfın ufku. Eroin boş
Nisana baktı. Niçin üzgünsün? Bir kedi takvimine çabucak bir göz atış...Boş
ikindi.’
Ama
ben en çok şu kısacık cümleyi beğendim ;
Aynaya bakıyordum. İki tane yüz, sonra bunları birleştirdim ve kendimi güçlü
hissediyorum.’
Rüyalarda
aslında benliğimizi birleştiriyoruz gerçek dünyadaki yüzümüz bize ait yüzde yüz bir şey değil ve uykudayken
her şey en vahşi şekliyle bütünleşiveriyor, günahlarla dolu oluyor bu bulanık
dünya ama bir o kadar da dürüst...
3 Kasım 2012 Cumartesi
GÖLGELERE AİTTİR...
\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\
a.
Bir Macbook
air ile yazmak başka bir şeyle yazmaya benzemiyor... Bir çok bilgisayar
kullandım ama klavyenin bu kadar rahat olduğu ,bu kadar ince ve taşınabilir bir
aletle çalışmamıştım. Bilgisayarın maliyeti de ona göre kuşkusuz ama şimdilik
kafaya takmıyorum, iki ay sonra başlıyor taksitler ve oldukça uygun bir fiyata
aldım.
Bir
Mac bilgisayarın fontlarını diğerlerinden farklı yapan o koyu dolgunluğu mesela
pc’de durum biraz daha zayıf kalıyor.
Ekran
parlaklığının ortama göre ayarlanması bazen yazdığınız metnin aydınlanmasına
bazen hafiften loşlaşmasına neden oluyor...
Tıpkı
bir mum ışığı gibi , ama hele bir durun! Mum derseniz iki dakikanınızı
alırım...
b.
‘’Nesne
bir AYNADIR. Hem de ölümcül cinsten bir aynadır çünkü özneyi neredeyse
saydamlaştırarak yansıtmaktadır.’’ Çaresiz Stratejiler,
J.Baudrillard
Evet!
Beni yansıtıyor bazı alışverişlerim.
Hepsi değil ama!...Azmanlaşmış lüksler beni yansıtamaz, olsa olsa içsel bir
çöküntünün izlerini taşır pahalı alışverişler. Ama şimdilerde şöyle bir slogan
da üretilmiş, mesela evladiyelik bilgisayar...Son Toshiba’m yedinci yıla
girecekti...Hala baş ucumda duruyor ne çok şaplakladım metin yazarken, tuşlar
hala taş gibi ve biraz daha klavyede zırvalamak istemez misin diye bana sırıtarak bakıyor... O kadar da değil! Yedi yıl süren evlilik yok neden bir aletle bu kadar
zaman geçireyim zira şöyle de bir şey var;
‘’NESNE,
özgün bir töz ya da anlama sahip olmadığı için özneyi büyülemeyi ve ayartmayı
becerebilmiştir.’’ Çaresiz Stratejiler, J.Baudrillard
Evet
ayartıldım!
İşin
aslına bakarsanız ayartma işini nesne yaparken ayartılmanın bir yaşam
ilerlemesi ve diyalektik bir geçiş eylemi olarak algılanması gerekiyor. Evet
ayartıldım, zira nesne özgün bir töze sahip değildi (Bütün laptoplar ve PC’ler
için konuşuyorum). Tam bir yazı makinesi olmaktan uzaktı ,bilgi
depolayabiliyordu resim çekip video oynatabiliyordu bu da onu kaypak ve
kişiliksiz yapıyordu ama diğer taraftan kendimi yazının ortamına tam olarak
adayabileceğim bir platform da sağlayabiliyordu...Diğer bilgisayarlar gibi her
tarafından dikkat dağıtıcı bir takım uygulamalar fırlamıyor, yoğunlaşmayı
kesintiye uğratmıyordu.
Bırakın
çocuk biraz mazeret üretsin! Keyiflere bin bir türlü mazeret basamağını
adımlayarak çıkmıyor muyuz?
Bu
noktada kaypaklığın içinden beliren bambaşka bir kişilikle karşı karşıyayız
hepimiz. Bilgisayarın ultra tözsüzlüğü ,ultra şizoidliği, kaypaklığı, fahişemsi
hazırbulunurluğu , daha açıkçası o belirgin kötücül oyuncaklığı, bir çeşit
tekno-dildo yapısı...
İtaat
ister bilgisayar...Bir ağır abinin lafını bitirmesini uzun süre sıkılarak
bekler gibi bilgisayarın operasyon yapmasını beklersiniz...
Ya Labirentlerinde saklanan irinler!..
Uyuşturucu
satan cildi türlü pazarlıklarda kararmış buruşuk bir Topkapı torbacısı...
Bilgisayarın
karakteri budur...
Baudrillard’ın
naif, dokunaklı Fransız evreni bile benim bu tanımlamamı bir karakter olarak
kabul ederdi herhalde...
c.
Yazı araçları düşüncenizi etkiler diyor Nietzsche...Çok haklı
bir çıkarım. Ama beni yazma deneyiminde en çok zevk aldığım ortama taşıyan
kesinlikle bir MacBook Air değil...Daha başka anılar ve ortamlar çok farklı bir
çıkarıma götürüyor...
Mum
ışığı...
Karadeniz
kıyılarındaki her hangi bir gençlik kampında , çadırda kaldığımız o zamanlarda
, mum ışığında yazmak...Enfes...
Ya
da İstanbul’da 80 başlarındaki elektrik kesintilerinde gaz lambasında yazılan
ödevler komposizyonlar...Savaşsız ortamın zorunlu karartma geceleri...
Sarı
ışık altında yazılan her şey...Bir mum ya da gaz yağı lambası sizi, kağıdı ve
masayı en doğal haliyle aydınlatır. Yazı
ortamının haricindeki her şey gölgelere aittir ve bu aydınlatma öyle doğal bir
küre yaratır ki kalem, kağıt spot ışığı altında sahneye çıkar.
Dış
dünya parlamalardan uzak imgesel halelerle yanı başınızda salınır, metne
gireceği zamanı sabırla bekler...
d.
Büyük
ihtimalle Mac kullanan nesiller hatta belki de Steve Jobs bile mum ışığında
yazmayı ancak filmlerde görmüşlerdi... Oysa çocukluğunu ve ilk gençliğini
köşede kalmış darbeli bir ülkede geçiren herkes filmin dışında değil, tam da
içindedir...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)