20 Haziran 2012 Çarşamba

Port Sudan

Olivier Rolin’in ödüllü romanı Port Sudan’ı ilk okuduğumda daha önce izlediğim bir çok filmin de aynı damardan beslendiğini düşündüm. İlk önce aklıma gelen Indien Nocturne adlı bir filmdi. Çok yıllar önce seyretmiştim ve şimdi tekrar peşine düşsem elime pek geçmez gibi geliyor. Alain Corneau’nun bu filmi ünlü İtalyan yazar Antonio Tabucci’nin bir eserinden uyarlama… Hindistan’da arkadaşını aramaya giden bir adam hakkında… Filmin bir çok sahnesi ıssızlık içeriyor ya da karakterlerin dinginliğini, gittikçe kaybolan otokontrollerini… Ama bu kayboluş daha çok duygusal dünyada belki de benliğin sağlam kalelerinde gerçekleşiyor. Bu yüzden aslında dış yüzeyde sadece bir tozlanma ana karakterde bir miktar melankoli beliriyor. Geriye bohem bir çözünme kalıyor ve biz buna Fransız sineması diyoruz. Ya da Fransız romanı… Kendine has bir organikleşme, tıpı bir havuzun temiz suyunun zaman içerisinde koyu yeşile dönmesi gibi…
Bu tür bir dönüşüm Jack Nicholson’un oynadığı The Passenger adlı filmde de vardır. Michalengelo Antonioni’nin bana kalırsa başyapıt eseri olan bu filmde Jack Nicholson aynı ıssız dönüşümü çok iyi perdeye yansıtır. Hatta her şeyi öyle ters yüz eder ki ölen arkadaşının kimliğine bürünerek bir yerde yok olur diğer bir yerde var olur. Oliver Rolin’in romanına coğrafi olarak da yakındır; olay örgüsü Afrika’da geçer. Terk edilesi hoteller, çölün bitmeyen fırtınaları, fakirlik ve daima öteki olarak var olmaya çalışmak. Filin sonundaki efsanevi kamera hareketi upuzun ağır ilerleyen epik bir metin yazar. Tıpkı bu filmde olduğu gibi Rolin’in romanı Port Sudan’da aynı ikili coğrafya eksenine eleştirel yaklaşır. Avrupa- Afrika, Doğu ve Batı… her ikili şey de daha önce favorimiz olan hiç bakmadığımız bir açıdan madara edilir sanki… Ama ben bu romanı ya da bu filmleri bunun için sevmedim, mesela Oliver Rolin’den şu alıntıyı keyifle okumak her türlü analizin önemini bir kenara itmemi sağladı, zira basit olan ve içtenlikle kabul edilen o garip şey edebiyattı yada sinemaydı ve yorumu fazla zorlamamak gerekiyordu.
Gemi enkazlarını hep sevdim, onlar benim beyhude uğraşlarımdı. Çatıların, siloların, vinçlerin önünde, havanın alev alev yandığı uzaklarda silikleşen Port Sudan radyosu kulelerinin önünde nöbet tutan enkazları elimden geldiğince sık görmeye giderdim. Bu sacdan şatoları doldurup boşaltan dalgalar; hırıltılar,ışıklar,gurultulardan ve boğuk darbelerin ahenk verdiği emme seslerinden oluşan tuhaf ve vahşi bir müzik yaratırdı…’

Tanju SARI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder